Geleceği Tarih Aynasında Görmek
Geleceği Tarih Aynasında Görmek
Tarih ilmi her ne kadar mâziyle ilgilense de asıl maksadı geleceğe ışık tutmaya ve yön vermeye mâtuftur. İnsanlığın varlık ve bekâsının en muhkem istinad direklerinden birisini de daima tarih teşkil etmiştir. Tarihte büyük devletler ve medeniyetler kurmuş milletlerin en mümeyyiz vasıflarının başında hep tecrübeler hazinesi tarihten faydalanmaları gelmiştir. Zira, geçmişteki bütün toplum, devlet ve medeniyetlerin yükseliş ve çöküşlerinin sırrı tarih havzasında toplanmıştır. Burada tarihin yaşanılmış tecrübelerden ders alarak hâl ve müstakbeli doğru bir istikâmete oturtma noktasında kılavuzluk fonksiyonu ortaya çıkmaktadır. Tarih felsefesinin gayesi de zaten yaşadığımız ânı geçmişin ışığında anlamak ve anlamlandırmak değil midir?
İNSANLIĞIN KUTUP YILDIZI
Tarih, tıpkı bir kutup yıldızı gibi çağlar boyunca hep o muâllâ mevkiini korumuş, insanlık için en sağlam, en gür ve en isabetli kaynakların mütemadiyen önünde yer almıştır.
Burada sakladığı zaman ve mekan ötesi mesaj ve prensiplerle daima bediî ve hayat-bahş olan bir hâl çaresi sunmuştur. Geleceğin net bir şekilde seçilemediği, bugünden yarının belirlenemediği durumlarda rasat kulesinden ufku görebilme ve istikbal perdesini açabilmenin imkânını tanımıştır.
Musîbet ve felâketlerin sağnak halinde yağdığı, sebeplerin tamamen tükendiği, şartların büsbütün amansızlaşarak aleyhte ittifak ettiği fırtınalı günlerde; zulmetten geleceğin sâhil-i selâmetine çıkaracak en emin bir vasıta, en şaşmaz bir yol gösterici olmuştur. Tarihçi Abdülhamid Sıddıki’nin şu tesbiti bu kanaati ne kadar da güzel billurlaştırmaktadır: “Tarih sayfaları, ne zaman çökeceği bilinmeyen insanlığın varlık denizinin dibinde bazen gizli olabilen tehlikeli kayaları, hayat selini yararak girmekte olan yeni denizcilere haber veren bir fenerden başka bir şey değildir.”
Eğer tarihe mâziye gömmek suretiyle iltifat edilmezse, karşısına çıkabilecek bin bir türlü tehlikeden habersizlik ve korumasızlığın verdiği ürkeklik ve kaygı ile karanlıkta el yordamıyla yürüyen avare insan derekesine düşmekten kurtulamamak mukadderdir. Yarına dair ümid ve beklentilerin bittiği, günü birlik kaygılarla hareket edildiği hayatın gaye ve hedefinden uzaklaşıldığı takdirde tarihin kanunlarına göre hayattan düşmeye mahkum olmak kaçınılmaz sondur. Aydınlık yarınlarına kavuşmak ve devletler arası muvazenede hak edilen yeri kesbetmek, ancak tarihin açtığı ışıltılı yoldan ilerlemekle mümkündür. Aksi durumda pusulası parçalanarak rotasını kaybeden okyanus ortasındaki gemiler gibi batmaya ya da sığınacak yabancı sahiller aramaya müstehak olunur.
TARİHİN İBRET SANDALINA BİNMEK!
Bilindiği üzere, nisyan kökünden gelen insanın mayasında hatâ ve kusurlarla mâlûl olma hâli vardır. Hatâlardan arınarak doğru yolu bulabilmesi için her dâim hayatının muhasebesini yapması ve amellerini tartması gerekmektedir. Bu mânâda kendisini sigaya çekebilecek ve sırattan ince hayat yolunda dengeyi kurabilecek en hassas mizan ve en sahih adres yine tarihtir.
Esas olan da zaten, mâzi derelerinden ebede doğru akıp giden zaman nehrindeki hadiseler selinde boğulmamak için tarihin ibret sandalına binmektir. Hayat gemisini rotasından sapmadan sâlimen menziline ulaştırmak için tarihin aktardığı koordinatlardan istifade etmek hayatî öneme sahiptir. Frekansımızı tarihe ayarlı kıldığımız takdirde, geleceği inşâ etme ve selâmete erişme adına bize öylesine zengin bir malzeme bıraktığını fehmedeceğiz ki, bunlarla yolumuzu şaşırmak söz konusu bile olmayacaktır.
Yeter ki, tarihin bize bahşettiği ibret definesine teveccüh gösterelim; kâinatta saklı bulunan ibretler meşherine nazar atfedelim ve istikbâlimize projektör tutan ve yön veren trafik levhalarına göre hareket hattımızı çizelim. Hayat denilen girift denklemi çözmek ve zamanın acımasız dişlileri arasında öğütülmek istemiyorsak; tarihî havsalamızdan süzülüp gelen hadiseleri damıtarak uygun formüller devşirmek ve gelecekte tezâhür edecek benzeri vakâların çözümü için fevkalâde kullanışlı anahtarlar geliştirmek mecburiyetindeyiz.
Bugünkü her pişmanlığın, dünkü ihmal, gaflet ve umursamazlığımızın acı birer meyvesi olduğu tarihî gerçeğini hakkıyla bilerek, hayattan aksetmiş misâl ve ibret levhalarıyla dolu mâzi medresesinin vâridâtını maksimum seviyede kâr hânesine kaydedenler hiç şüphesiz geleceğe başarıyla hükmeden ve istikâmet verenler olacaktır. Bu yüzdendir ki, Lucretius’un da belirttiği gibi, “gelecek zamanı görmemiz için doğanın tuttuğu ayna” olan tarihin ehemmiyeti insan, toplum ve devletin mukadderâtını tâyin etme noktasında bir kat daha artmaktadır. Doğulu büyük bir filozofun tâbiriyle “kâinatın vicdanı” hükmündeki tarihten gelen seslere kulak kabartmak ve şifresini çözerek, içindeki maddî kıymetlerle ölçülemeyecek kadar değerli hazineye erişmek hayra kâlbolacaktır.
HAYATIN MUALLİMİ VE GELECEĞİN ANAHTARI
Fransız yazar Gustave le Bon’un deyişiyle, dünler; yarınların özü ve mayasıdır ve İngiliz siyaset bilimci Edward Hallet Carr’ın temas ettiği cihetle, geçmiş, bugün ve gelecek, tarihin sonsuz zinciri içinde birbirlerine bitmez diyaloglar ile bağlıdır.
Fransız düşünür Montesguieu, tarihin dâimâ, zamanların ışığı, hadiselerin hazinesi, hakikatin sadık şahidi, iyi nasihatlerin ve tedbirin kaynağı, davranışın ve âdetlerin kâidesi olarak değerlendirilmesinin boşuna olmadığına işaret etmektedir. Bundan dolayıdır ki, bir büyük devlet adamımız, “tarih, en büyük muallim-i siyasettir. Hiçbir fert onun rahle-i tedrisinden müstağnî kalamaz” teşhisini koymuştur. E. H. Carr ise bu bahse; “akli bir varlık olan insanın özü, geçmiş kuşakların tecrübelerini biriktirerek gizli kabiliyet ve hasletlerini geliştirmesinde“ yatmaktadır tahliliyle katkıda bulunmaktadır.
Belçikalı tarihçi Leon-E. Halkın da, insan ile hayat arasındaki iç içe geçmiş karmaşık denklemi çözmede tarihin anahtar vazifesine şu oldukça isabetli analizi ile dikkat çekmektedir: “Tarih olmaksızın yaşadığımız asrın ve ülkenin sınırları içine hapsedilmiş, hususî bilgilerimizin ve kendi düşüncelerimizin dar çemberi içine sıkıştırılmış bir şekilde, dâimâ dünyanın geri kalan kısmına karşı bizi yabancı bırakan bir tür çocukluk çağında ve bizden önce gelen ve bizi çevreleyen her şeye karşı derin bir cehalet içinde kalmaktayız.”
İSTİKBAL KÖKLERDEDİR!
Şu halde, varlık sebebini dâimî kılmak, mevcûdiyeti sürdürmek ve tarihî misyonu ilelebed deruhte etmek mânâsında “istikbâl köklerdedir” fikri önem kazanmaktadır. Bu tâbirle salt geçmişe dönük yaşama, tarihi yeniden ihyâ etme anlamını değil de; tarihî dinamiklerden güç almak, milleti millet yapan millî-mânevî değerlere dayanarak istikbâli şekillendirme ve inşâ etmeyi kastediyoruz. Mühim olan da zâten Yahya Kemal’in orjinal ifadesiyle “kökü mâzide âtî”yi kurabilmektir. Çünkü, Mehmed Âkif’in de vurguladığı üzere; mâzisi yıkık milletin âtisinin mevcûdiyeti tarihin şehâdeti dâhilinde aslâ vârid olmamıştır.
Volter’in de dediği gibi, “Tarih milletlerin tarlasıdır. Ne ekilmişse o biçilecektir.” Bugün yarının tarihi olacağına göre; geleceğe yönelik ümid ve beklentilerimizi biçmemiz yalnızca tarih tarlasına ekeceğimiz tohum ve fidanlar nisbetinde olacaktır. Yoksa istikbâlden mûcizevî sürprizler beklemek beyhûdedir.
Hiç kuşkusuz, bir millete yapılacak en büyük fenâlık, onu bugünkü ve yarınki varlığının en hayatî kökleri; can damarı sayılan mâzideki değer ve dinamiklerinden koparmaktır. Çünkü onlar, millete asâlet ve ruh kazandıran birer kök gibidirler; onları çürütmeye kalkışmak, varlık temellerini kurutup baltalamak ve zamanla devrilip yok olmakla eşdeğerdir. Şanlı geçmişimize ve ona hayat bahşeden kaynaklara gözlerimizi kapadığımız takdirde, zamanın yüksek debili seylapları ve hadiselerin amansız dalgaları karşısında her zaman zaafa düşüp sarsılmaz ve önü alınmaz bozgunlar yaşamamız tabiîdir.
DERTLERİMİZİN DEVÂSI: TARİH ŞUURU
Son tahlilde mevcûdiyet ve bekâmız milletçe bu tarihî hâfızayı korumak ve kullanmak; bize milet olma bilincini kazandıran tarih şuuru, bilgisi ve diyalektiğine sahip olmaktan geçmektedir. Bu da, Alman düşünce tarihçisi Karl Jasper’in yaklaşımıyla; “bize en geniş insan ufkunu kazandıran, hayatımızı kurmaya muktedir anânevî değerleri bize aktaran, hâli hazırda uygulanacak normları bize gösteren” tarihi zihin dağarcığımızın, tabiatımızın ve toplum hayatımızın merkezine oturtmaya vâbestedir.
Asırların müzminleştirdiği hastalıklarımızın yegâne devâlarından olan tarih şuuru kuvvetlendirmenin reçetesini ise Mehmet Kaplan şöyle tayin etmiştir: “Milletlerin tarihî tecrübeleri, uzviyette olduğu gibi irsiyet veya tohum vasıtasıyla nesilden nesile geçmez... Bir millet, çocuklarına tarihini öğretmezse, onlar kendiliklerinden bu bilgiyi edinemezler... Milletlerinin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi ve sorumluluk duygusu da hissetmezler. Böylelerinin yabancı te’sirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok kolaydır... O kendisi ile tarih ve milleti arasında bağlar kurmak suretiyle bütüne ve bütünlüğe ulaşır... Bundan dolayı fertler de hayatlarının mânâsını milletlerinin tarihi içinde bulurlar.”
İNSANLIĞIN KUTUP YILDIZI
Tarih, tıpkı bir kutup yıldızı gibi çağlar boyunca hep o muâllâ mevkiini korumuş, insanlık için en sağlam, en gür ve en isabetli kaynakların mütemadiyen önünde yer almıştır.
Burada sakladığı zaman ve mekan ötesi mesaj ve prensiplerle daima bediî ve hayat-bahş olan bir hâl çaresi sunmuştur. Geleceğin net bir şekilde seçilemediği, bugünden yarının belirlenemediği durumlarda rasat kulesinden ufku görebilme ve istikbal perdesini açabilmenin imkânını tanımıştır.
Musîbet ve felâketlerin sağnak halinde yağdığı, sebeplerin tamamen tükendiği, şartların büsbütün amansızlaşarak aleyhte ittifak ettiği fırtınalı günlerde; zulmetten geleceğin sâhil-i selâmetine çıkaracak en emin bir vasıta, en şaşmaz bir yol gösterici olmuştur. Tarihçi Abdülhamid Sıddıki’nin şu tesbiti bu kanaati ne kadar da güzel billurlaştırmaktadır: “Tarih sayfaları, ne zaman çökeceği bilinmeyen insanlığın varlık denizinin dibinde bazen gizli olabilen tehlikeli kayaları, hayat selini yararak girmekte olan yeni denizcilere haber veren bir fenerden başka bir şey değildir.”
Eğer tarihe mâziye gömmek suretiyle iltifat edilmezse, karşısına çıkabilecek bin bir türlü tehlikeden habersizlik ve korumasızlığın verdiği ürkeklik ve kaygı ile karanlıkta el yordamıyla yürüyen avare insan derekesine düşmekten kurtulamamak mukadderdir. Yarına dair ümid ve beklentilerin bittiği, günü birlik kaygılarla hareket edildiği hayatın gaye ve hedefinden uzaklaşıldığı takdirde tarihin kanunlarına göre hayattan düşmeye mahkum olmak kaçınılmaz sondur. Aydınlık yarınlarına kavuşmak ve devletler arası muvazenede hak edilen yeri kesbetmek, ancak tarihin açtığı ışıltılı yoldan ilerlemekle mümkündür. Aksi durumda pusulası parçalanarak rotasını kaybeden okyanus ortasındaki gemiler gibi batmaya ya da sığınacak yabancı sahiller aramaya müstehak olunur.
TARİHİN İBRET SANDALINA BİNMEK!
Bilindiği üzere, nisyan kökünden gelen insanın mayasında hatâ ve kusurlarla mâlûl olma hâli vardır. Hatâlardan arınarak doğru yolu bulabilmesi için her dâim hayatının muhasebesini yapması ve amellerini tartması gerekmektedir. Bu mânâda kendisini sigaya çekebilecek ve sırattan ince hayat yolunda dengeyi kurabilecek en hassas mizan ve en sahih adres yine tarihtir.
Esas olan da zaten, mâzi derelerinden ebede doğru akıp giden zaman nehrindeki hadiseler selinde boğulmamak için tarihin ibret sandalına binmektir. Hayat gemisini rotasından sapmadan sâlimen menziline ulaştırmak için tarihin aktardığı koordinatlardan istifade etmek hayatî öneme sahiptir. Frekansımızı tarihe ayarlı kıldığımız takdirde, geleceği inşâ etme ve selâmete erişme adına bize öylesine zengin bir malzeme bıraktığını fehmedeceğiz ki, bunlarla yolumuzu şaşırmak söz konusu bile olmayacaktır.
Yeter ki, tarihin bize bahşettiği ibret definesine teveccüh gösterelim; kâinatta saklı bulunan ibretler meşherine nazar atfedelim ve istikbâlimize projektör tutan ve yön veren trafik levhalarına göre hareket hattımızı çizelim. Hayat denilen girift denklemi çözmek ve zamanın acımasız dişlileri arasında öğütülmek istemiyorsak; tarihî havsalamızdan süzülüp gelen hadiseleri damıtarak uygun formüller devşirmek ve gelecekte tezâhür edecek benzeri vakâların çözümü için fevkalâde kullanışlı anahtarlar geliştirmek mecburiyetindeyiz.
Bugünkü her pişmanlığın, dünkü ihmal, gaflet ve umursamazlığımızın acı birer meyvesi olduğu tarihî gerçeğini hakkıyla bilerek, hayattan aksetmiş misâl ve ibret levhalarıyla dolu mâzi medresesinin vâridâtını maksimum seviyede kâr hânesine kaydedenler hiç şüphesiz geleceğe başarıyla hükmeden ve istikâmet verenler olacaktır. Bu yüzdendir ki, Lucretius’un da belirttiği gibi, “gelecek zamanı görmemiz için doğanın tuttuğu ayna” olan tarihin ehemmiyeti insan, toplum ve devletin mukadderâtını tâyin etme noktasında bir kat daha artmaktadır. Doğulu büyük bir filozofun tâbiriyle “kâinatın vicdanı” hükmündeki tarihten gelen seslere kulak kabartmak ve şifresini çözerek, içindeki maddî kıymetlerle ölçülemeyecek kadar değerli hazineye erişmek hayra kâlbolacaktır.
HAYATIN MUALLİMİ VE GELECEĞİN ANAHTARI
Fransız yazar Gustave le Bon’un deyişiyle, dünler; yarınların özü ve mayasıdır ve İngiliz siyaset bilimci Edward Hallet Carr’ın temas ettiği cihetle, geçmiş, bugün ve gelecek, tarihin sonsuz zinciri içinde birbirlerine bitmez diyaloglar ile bağlıdır.
Fransız düşünür Montesguieu, tarihin dâimâ, zamanların ışığı, hadiselerin hazinesi, hakikatin sadık şahidi, iyi nasihatlerin ve tedbirin kaynağı, davranışın ve âdetlerin kâidesi olarak değerlendirilmesinin boşuna olmadığına işaret etmektedir. Bundan dolayıdır ki, bir büyük devlet adamımız, “tarih, en büyük muallim-i siyasettir. Hiçbir fert onun rahle-i tedrisinden müstağnî kalamaz” teşhisini koymuştur. E. H. Carr ise bu bahse; “akli bir varlık olan insanın özü, geçmiş kuşakların tecrübelerini biriktirerek gizli kabiliyet ve hasletlerini geliştirmesinde“ yatmaktadır tahliliyle katkıda bulunmaktadır.
Belçikalı tarihçi Leon-E. Halkın da, insan ile hayat arasındaki iç içe geçmiş karmaşık denklemi çözmede tarihin anahtar vazifesine şu oldukça isabetli analizi ile dikkat çekmektedir: “Tarih olmaksızın yaşadığımız asrın ve ülkenin sınırları içine hapsedilmiş, hususî bilgilerimizin ve kendi düşüncelerimizin dar çemberi içine sıkıştırılmış bir şekilde, dâimâ dünyanın geri kalan kısmına karşı bizi yabancı bırakan bir tür çocukluk çağında ve bizden önce gelen ve bizi çevreleyen her şeye karşı derin bir cehalet içinde kalmaktayız.”
İSTİKBAL KÖKLERDEDİR!
Şu halde, varlık sebebini dâimî kılmak, mevcûdiyeti sürdürmek ve tarihî misyonu ilelebed deruhte etmek mânâsında “istikbâl köklerdedir” fikri önem kazanmaktadır. Bu tâbirle salt geçmişe dönük yaşama, tarihi yeniden ihyâ etme anlamını değil de; tarihî dinamiklerden güç almak, milleti millet yapan millî-mânevî değerlere dayanarak istikbâli şekillendirme ve inşâ etmeyi kastediyoruz. Mühim olan da zâten Yahya Kemal’in orjinal ifadesiyle “kökü mâzide âtî”yi kurabilmektir. Çünkü, Mehmed Âkif’in de vurguladığı üzere; mâzisi yıkık milletin âtisinin mevcûdiyeti tarihin şehâdeti dâhilinde aslâ vârid olmamıştır.
Volter’in de dediği gibi, “Tarih milletlerin tarlasıdır. Ne ekilmişse o biçilecektir.” Bugün yarının tarihi olacağına göre; geleceğe yönelik ümid ve beklentilerimizi biçmemiz yalnızca tarih tarlasına ekeceğimiz tohum ve fidanlar nisbetinde olacaktır. Yoksa istikbâlden mûcizevî sürprizler beklemek beyhûdedir.
Hiç kuşkusuz, bir millete yapılacak en büyük fenâlık, onu bugünkü ve yarınki varlığının en hayatî kökleri; can damarı sayılan mâzideki değer ve dinamiklerinden koparmaktır. Çünkü onlar, millete asâlet ve ruh kazandıran birer kök gibidirler; onları çürütmeye kalkışmak, varlık temellerini kurutup baltalamak ve zamanla devrilip yok olmakla eşdeğerdir. Şanlı geçmişimize ve ona hayat bahşeden kaynaklara gözlerimizi kapadığımız takdirde, zamanın yüksek debili seylapları ve hadiselerin amansız dalgaları karşısında her zaman zaafa düşüp sarsılmaz ve önü alınmaz bozgunlar yaşamamız tabiîdir.
DERTLERİMİZİN DEVÂSI: TARİH ŞUURU
Son tahlilde mevcûdiyet ve bekâmız milletçe bu tarihî hâfızayı korumak ve kullanmak; bize milet olma bilincini kazandıran tarih şuuru, bilgisi ve diyalektiğine sahip olmaktan geçmektedir. Bu da, Alman düşünce tarihçisi Karl Jasper’in yaklaşımıyla; “bize en geniş insan ufkunu kazandıran, hayatımızı kurmaya muktedir anânevî değerleri bize aktaran, hâli hazırda uygulanacak normları bize gösteren” tarihi zihin dağarcığımızın, tabiatımızın ve toplum hayatımızın merkezine oturtmaya vâbestedir.
Asırların müzminleştirdiği hastalıklarımızın yegâne devâlarından olan tarih şuuru kuvvetlendirmenin reçetesini ise Mehmet Kaplan şöyle tayin etmiştir: “Milletlerin tarihî tecrübeleri, uzviyette olduğu gibi irsiyet veya tohum vasıtasıyla nesilden nesile geçmez... Bir millet, çocuklarına tarihini öğretmezse, onlar kendiliklerinden bu bilgiyi edinemezler... Milletlerinin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi ve sorumluluk duygusu da hissetmezler. Böylelerinin yabancı te’sirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok kolaydır... O kendisi ile tarih ve milleti arasında bağlar kurmak suretiyle bütüne ve bütünlüğe ulaşır... Bundan dolayı fertler de hayatlarının mânâsını milletlerinin tarihi içinde bulurlar.”
Konular
- Padişahın Mehmed Said Paşa'yı Tanıması
- Hatt-ı Hümayun
- Said Paşa'nın 3. Düşüşü
- Said Paşa'nın Hapisten Kurtuluşu
- Sübhiye Hanım Vakası
- Filibe Vakası!
- Kapitilasyon İlgaasına Teşebbüs
- Hayatımı Muhafaza Tedbiri
- Hilâl İle Haç Arasındaki Mücadele
- Mektep ve İlahiyat
- Edebiyat, Sanat ve Kültür
- Düyun-u Umumiye'nin Tesisi
- Yıldız Mahkemesi
- Padişah ile Görüşme
- Dış Müdahale Var mı?
- Mithat Paşa'nın Mahkemesi
- Mahkeme Kararları
- Sultan İkinci Abdülhamid Han Hakkında 7 İtiraf
- Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesi ve sonrası
- İkinci Abdülhamid Han’ın İbretlik Sözleri
- Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın düşmanları kimlerdi?
- Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın Önemli İcraatları
- Sultan İkinci Abdülhamid Han ve Ermeni Meselesi
- Sultan İkinci Abdülhamid Han'a yapılan suikast girişimi
- Payitaht Abdülhamid: Ulu Hakan II. Abdülhamid Han
- Sultan Abdülhamid Han niçin tahttan indirildi?
- Payitaht Abdülhamid: Yunan Harbi
- KIZIL SULTAN İFTİRASI KİMİN İCADI?
- II. Abdülhamid Han'ın İstanbul'u Terk Etmemesi
- 2. Abdülhamid Han hakkında Alman devlet adamının görüşü!