Abdullah İbnu´z-Zübeyr (r.a.)

Abdullah İbnu´z-Zübeyr (r.a.)

Ne adam... ...Ve ne şehîd?!

Annesi, büyük hicret yolunda Mekke´den Medine´ye hicret etmek üzere alevler içinde yanan çöİü katederken o, annesinin karnında mü­barek bir cenindi...

Böylece Abdullah İbnu´z-Zübeyr´e daha dünyaya gelmeden ve ana rahminden çıkmadan muhacirlerle birlikte hicret etmesi nasib olmuş­tu...

Annesi Esma (r.a.) Medine tepelerindeki Küba´ya varır varmaz, doğum sancısı tutmuş ve Resûlüllah´ın (s.a.v.) ashabı olan muhacirler Medine´ye indikleri sırada, cenin halindeki muhacir de Medîne toprak­larına inmişti...

Hicretin ilk çocuğu, Resûlüilah´ın (s.a.v.) Medine´deki evine götü­rüldü. Resûlüllah (s.a.v.) onu öptü ve ağzına mübarek tükrüğünü koy­du. Böylece Abdullah İbnu´-Zübeyr´in karnına giren ilk şey Resûlüi­lah´ın (s.a.v.) tükrüğü oldu.

Müslümanlar Medîne´de toplandılar ve çocuğu beşiğine götürdü­ler. Daha sonra, kelime-i tevhid ve tekbîr getire getire onu Medîne´-nin bütün caddelerinde dolaştırdılar.

Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashabı Medîne´ye yerleşince ya-hudilerin canları sıkılıp, kin ve intikam duyguları kabardı. Müslüman­lara karşı sinir harbine başladılar. Kâhinlerinin müslümanlara büyü yapıp onları kısırlaştırdıklarını, artık Medine´nin yeni bir müslüman çocuğuna şahid olamayacağı dedikodusunu yaydılar...

Abdullah İbnu´z-Zübeyr´in gayb aleminden üzerlerine bir hiiâ! gî bi doğması, kaderin Medîne yahudiierinin iftirasını damgalayan, on­ların iftira ve yalanlarını iptal eden bir vesika oldu!..

Abdullah, Resûlüllah (s.a.v.) zamanında henüz çocukluktan kur­tulmamıştı ama onun zamanından ve ona olan sağlam bağlılığı sebe­biyle Peygamberin (s.a.v.) bizzat kendisinden, daha sonra göreceği­miz erkekliğinin bütün hammaddelerini ve hayatının prensiplerini al­mıştı.

Çocuk hızla büyüyordu. Canlılık, akıllılık ve güçlülükte olağanüs-

Nihayet gençliğine de ulaştı. Gençliği, temizlik, namusluluk, ah­lâklılık ve hayâllerin üstüne çıkan bir kahramanlıktı...

Günler geçtikçe onun huyları değişmiyor, onunla birlikte istekleri büyümüyordu. Artık o yolunu bilen, büyük bir azimle, sağlam ve aca­yip bir imanla onu kateden bir adamdır...

Kuzey Afrika, Endülüs ve İstanbul´a yapılan seferlerde o ?daha yirmi yedi yaşını geçmemişken? ebedi fetih kahramanlarından biri­siydi...

Sadece Kuzey Afrika´da yapılan savaşta, 20.000 kişilik müslüman ordusu, 120.000 kişilik bir düşman ordusuyla karşılaşmıştı...

Savaş başladı. Müslümanları büyük bir tehlike sardı...

Abdullah İbnu´z-Zübeyr düşman kuvvetlerine bir göz attı ve onla­rın kuvvetlerinin başının kim olduğunu anladı. Bu, berberilerin hüküm­darından ve ordu komutanından başkası değildi. O, askerlerine haykı­rıyor ve onları garip bir usulle ölmeye teşvik ediyordu...

Abdullah anladı ki şiddetli çarpışmayı ancak bu inatçı komuta­nın düşmesi durduracaktı...

Fakat, önünde fırtına gibi savaşan kalabalık bir ordu varken, ona

nasıl yol bulabilirdi?..

Ancak İbnu´z-Zübeyr´in cesareti ve atılganlığı asla soru sormaya hacet bırakmazdı!..

O sırada bazı arkadaşlarına seslenip:

«? Arkamı koruyun ve benimle birlikte hücum edin» dedi.

Çarpışan safları, komutana doğru ok gibi yardı. Onun yanına var­dı ve bir tek saldırıda onu yere yıktı. Sonra beraberindekilerle birlikte hükümdar ve komutanlarının etrafındaki askerleri de yere serdi. Da­ha sonra hepsi ´Allahu ekber´, diye haykırdılar.

Müslümanlar, berberilerin komutanının ordusunu idare etmek ve askerleri savaşa teşvik etmek için durduğu yerde kendi bayraklarının dalgalandığım görünce bunun zafer demek olduğunu anladılar. Hepsi bir olup, saldırıya geçtiler. Her şey müslümanların lehine sonuçlandı...

Müslüman ordusunun komutanı Abdullah İbn Ebî Şerh, İbnu´z-Zü­beyr´in yerine getirdiği büyük görevi öğrendi ve mükâfat olarak ona, zafer müjdesini Medine´ye ve müslümanların halifesi Osman İbn Af-fan´a bizzat kendisinin götürme görevini verdi.

Savaştaki kahramanlığı, üstünlüğüne rağmen, ibadetteki kahra­manlığı karşısında duramıyordu...

Onda, gurur ve kibir uyandırabilecek bu durum, onun abid ve za­hitler arasındaki daimi ve yüce yerini bize unutturmaktaydı.

Onun ne soyu, ne gençliği, ne mevkii, ne makamı, ne malı ve ne de gücü, bütün bunların hiçbiri, Abdullah İbnu´z-Zübeyr´in gündüzünü oruçla, gecesini namazla geçiren ve akılları şaşırtacak şekilde Allah korkusu duyan bir âbid olmasına engel olamamıştır.

Ömer İbnu´I-Abdilaziz bir gün İbn Ebî Müleyke´ye şöyle dedi: «? Bize Abdullah İbnu´z-Zübeyr´i tarif et...»

O da şöyle söyledi:

? Vallahi, onun nefsi gibi iki yönlü oluşturulmuş hiçbir nefis görmedim...

O, namaza girer ve her şeyden ona çıkardı...

Rükû ve secde yaparken, sırtına ve omzuna kuşlar konar, rükû ve secdede çok kaldığı için onu bir duvar veya paçavra zannederlerdi...

Mancınıktan atılan bir gülle, namaz kılarken onun sakalıyla göğ­sünün arasından geçtiğinde, onu ne hissetmiş, onun yüzünden ne sar­sılmış, ne okumasını kesmiş ne de hemen rükûya gitmişti!..»

Tarihin, İbnu´z-Zübeyr´in ibâdeti hakkında verdiği doğru haberler âdeta efsanelere benzer...

O, orucunda, namazında, haccinda, iyilik severiiği ve izzet-i nef­sinde...

Tövbe etmek ve ibâdet etmek üzere uykusuz kalmasında...

-ömrü boyunca geceleyin

Oruç tutmak ve cihâd etmek üzere ömrü boyunca-sıcaklarda susuz kalmasında... kavurucu

Allah´a sağlam imanında ve daima ondan korkmada... İşte bütün bunlarda o, eşsiz ve benzersizdi!..

İbn Abbas´a Abdullah İbnu´z-Zübeyr sorulmuştu. Aralarındaki an­laşmazlığa rağmen İbn Abbas onun hakkında şöyle demişti:

o? Allah´ın kitabını okur, Resûlü´nün sünnetine uyar, Allah için nam3z kılar, Aîlah korkusundan çok sıcak günlerde oruç tutardı... O, Resûlüllah´ın (s.a.v.) havarisinin oğluydu... Annesi Esma, Ebû Bekir es-Sıddîk´ın kızıydı... Teyzesi Aişe Resûlüllah´ın (s.a.v.) hanımıydı... Onun hakkını sadece Allah´ın basiretsiz kıldığı kimse tanımaz!..»

O, güzel ahlâkı ve sağlam karakteriyle karşısına dikilen dağlara aldırmazdı...

O, açıktı... Şerefliydi... Güçlüydü... Açıklığının ve yolunun doğ­ruluğunun bedeli olarak her zaman hayatını vermeye hazırdı...

Emevilerle olan mücadele ve savaşları esnasında, Yezîd´in, İb-nu´z-Zübeyr´in ayaklanmasını bastırmak için gönderdiği ordunun ko­mutanı el-Husayn İbn Nemîr onu ziyaret etmişti...

Tabii, onu Yezîd´in öldüğüne dair Mekke´ye haberler geldikten he­men sonra ziyaret etmişti...

Ona kendisiyle birlikte Suriye´ye gitmesini teklif etti. İbnu´z-Zü-beyr´e biat edilmesini sağlamak için kendisinin oradaki büyük otori­tesini kullanacağını söyledi... .

Abdullah, bu altın fırsatı reddetti, çünkü o, Emevîlerin arzuları­na hizmet için Medine´ye yaptıkları saldırılar esnasında adamlarının işlediği çirkin suçların karşılığı olarak Suriye ordusuna kısas yapıl­masının zarurî olduğuna inanıyordu,

Bazan bu tutumundan dolayı Abdullah´la ihtilâfa düşüp şunu te­menni ediyoruz. Keşke o, barışı ve toleransı tercih edip Yezîd´in ko­mutanı el-Husayn´ın teklif ettiği bulunmaz fırsatı kabul etseydi....

Fakat adamın ?ne adam? inanç ve kanaatinde ısrar etmesi ve sahtekârlık ve yalanı kabul etmemesi takdir ve saygıya değer bir du­rumdur...

Haccac ordusuyla ona hücum edip onu ve yanındakileri korkunç bir muhasaraya aldığında askerleri arasında habeşHlerHan meydana gelen büyük bir topluluk vardı ve onlar en usta okçular ve savaşçı­lardı...

O askerlerini, vefat etmiş olan Hz. Osman´dan (r.a.) onun takva­sı ve adaleti yoktu» diye söz ettiklerini duyunca onları şiddetle azar­layıp:

«? Vallahi, Osman´a buğzeden kimselerle düşmanıma galip gel­mek istemem» dedi!..

Sonra yardıma çok muhtaç bir haldeyken onları kendinden uzak­laştırdı!..

Kendine karşı açıklığı, inanç ve prensiplerine bağlılığı onu, ölüm -kalım savaşında olmakla beraber dinlerine güvenmediği en usta ok­çulardan iki yüzünü kaybetmeye aldırmaz hale getiriyordu. Halbuki bu okçuların yanında kalmasıyla savaşın yönünün değişmesi büyük ihtimal dahilindeydi!..

Hz. Muâviye ve oğlu Yezîd´in yüzüne olağanüstü bir kahramanlıktı...

karşı durması gerçekten O, Muâviye İbn Ebî Süfyan´ın oğlu Yezîd´in mutlaka lâyık olsa bi­le, müslümanların halifesi olmaya lâyık en son kişi olduğu görüşün­deydi.

O, görüşünde haklıydı. Bu Yezîd´în herşeyi bozuktu... Onun tari­hin bize naklettiği suç ve günâhlarını affettirecek bir tek fazîleti yoktu.

İbnu´z-Zübeyr ona nasıl biat edecekti?. Red sözünü hayattayken Hz. Muâviye´ye söylemişti... İşte o, halife olup İbnu´z-Zübeyr´e, sonunun kötü olacağına dair tehdidini gönderdikten sonra da Yezîd´e o sözü söylüyordu

Bu arada İbnu´z-Zübeyr şöyle dedi:

«?> Sarhoşa asla biat edemem...»

Daha sonra da şu şiiri söyledi:

«Haktan başkasına yumuşak olmıyacağım,

Taş, çiğneyenin dişine yumuşayıncaya kadar ona soracağım».

İbnu´z-Zübeyr, mü´minlere emir oldu, Mekke´yi hilâfet merkezi yaptı. Hicaz, Yemen, Basra, Küfe, Horasan ve Şam hariç Suriye´nin tamamını idaresi altına aldı. Bütün, bu bölgelerin halkı ona biat etti...

Fakat Emevîler yerlerinde duramıyolar, ona karşı devamlı savaş açıyorlar ve çoğunda da hezimete uğruyorlardi.

Nihayet Abdulmelik îbn Mervan´m devri geldi. Abdulmelik, Adem oğlunun en bedbahtlarından, zorbalıkta ve günâh işlemede en hızlı­larından birisini Mekke´deki Abdullah´a saldırması için görevlendirdi.

İşte o kişi, âdil imam Ömer îbn Abdülaziz´in, hakkında:

«? Her millet hatalarını getirse, biz de sadece Haccac´ı getirsek tamamen onları tercih ederdik!,.» dediği Haccac es-Sekafîy´di.

Haccac paralı ve parasız askerlerinin başında Ibnu´z-Zübeyr´in lâfet merkezi Mekke´yi basmaya gitti. Abdullah İbnu´z-Zübeyr´i as­kersiz ve yardımcisız bıraksınlar diye halkın yiyecek ve içeceğini ke­serek altı aya yakın Mekke´yi muhasara etti.

Öldürücü ´açlığın baskısı altında çoğu teslim oldu, Abdullah ken­disinin yapayalnız kaldığını gördü. Kendisini ve hayalını kurtarma fır­satları daima hazır olmasına rağmen sorumluluğunu sonuna kadar ta­şımaya azmetti. O gün yetmiş yaşında olduğu halde, efsanevi bir ce­saretle Haccac´in askerleriyle savaşıyordu!...

Bu eşsiz davranışının güvenli bir tablosunu, ancak hayatının sön saatlerini yaşayan Abdullah´la büyük ve şerefli annesTEsma Bint Ebî Bekir arasında geçen konuşmaya kulak verdiğimiz zaman görebile­ceğiz.

Abdullah annesine gidip durumuyla ve kendisini bekliyen aşikâr sonla ilgili nazik bir tabloyu onun önüne koydu...

Esma ona:

«Oğlum! Sen kendini daha iyi bilirsin. Eğer hak yolda olduğuna in fiıyorsanjve hakka davet ediyorsan, hakkın yolunda ölünceye kadar onda diren ve Benî Ümeyye oğlanlarına kendini maskara etme.

Eğer dünyayı istiyorsan, sen ne kötü kulsun, kendini de mahvet­miş, arkadaşlarını da mahvetmiş olursun» dedi.

Abdullah şöyle cevap verdi:

«? Anneciğim! Vallahi, ben dünyayı istemedim ve ona meylet­medim de.

Allah´ın hükmünden asla sapmadım, zulmetmedim ve emanete hıyanet etmedim».

Annesi Esma:

«? Sen benden önce veya ben senden önce Allah´a kavuşursak, umarım ki, güzel bir sabır üzere bulunurum.

Allah´ım! Geceleyin namaz kılmak için uzun süre ayakta kalma­sına, oruç tutmak için kavurucu sıcaklarda susuz kalmasına ve baba­sıyla bana itaat etmesine acı...

Allah´ım! Onu sana havale ettim. Onun için takdir ettiğine razı oldum. Bana Abdullah İbnu´z-Zübeyr hakkında sabredenler ve şükre-denler sevabı ver» dedi.

Birbirleriyle kucaklaşıp vedalaştılar.

Benzeri olmayan acı bir savaşla sona eren bir süre sonra, bü­yük şehîd, Haccac´ın yeryüzündeki bütün hakaret ve adîlikleri kendi­ne ayırdığı bir vakitte ölüm darbesini aldı. Haccac, içini rahatlatmak ve intikam almak için ölü cesedi asmaktan başka birşey yapamadı!..

Annesi ayağa kalktı. O gün doksan yedi yaşında olmasına rağ­men asılı oğlunu görmek için kalktı.

Oğlunun karşısında eğilmeden dağ gibi dimdik durdu...

Haccac alçakça ona yaklaşıp şöyle dedi:

«? Anneciğim! Mü´mînlerin emiri Abdulmelik İbn Mervan sana iyi davranmamı tavsiye etti. Bir ihtiyacın var mı?.»

Esma ona şöyle haykırdı:

«? Ben senin annen değilim.

Ben ancak şu tepede asılı olanın annesiyim.

Benim sîze ihtiyacım yok...

Fakat sana Resûlüllah´tan (s.a.v.) duyduğum bir hadisi söyliye-ceğim: Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Sakif´ten bir yalancı ve helak edici (katil) çıkacak...»

Yalancının kim olduğunu gördük, katil de zannederim senden baş­kası değildir!.»

Abdullah İbn Ömer (r.a.) taziyede bulunmak ve sabra davet et­mek için ona doğru ilerledi:

Ona da şu cevabı verdi:

«? Zekeriya´nin oğlu Yahya´nın başı İsrail oğullarının fahişele­rinden birine hediye edilmişken beni sabırdan ne alıkoyabilir kî?!...»

Sen ne büyüksün, ey Sıddîk´in kızı!.

Abdullah İbnu´z-Zübeyr´i asmadan önce başını vücudundan ayı­ranlara söylenecek bundan daha şahane bir söz bulunabilir miydi?..

Evet... İbnu´z-Zübeyr´in başı Haccac´a ve Abdülmelik´e hediye ediliyorsa. Bir peygamber olan Yahyanm (a.s.) başı daha önce, îsrail-oğullarmdan alçak bir fahişe olan Saiomî´ye hediye olarak sunul­muştu!...

Ne şahane teşbih ve ne doğru söz!...

Ve nihayet, bu tip bir annenin sütünü emmişken üstünlük, kah­ramanlık ve doğruluğun bu seviyesinin altında hayatını yaşaması Ab­dullah İbnu´z-Zübeyr için mümkün müydü?

Abdullah´a selâm olsun...

Esma´ya selâm olsun...

Ebedî şehidler arasında onlara selâm olsun...

Müttakîler ve salihler arasında, onlara selâm olsun... [1]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Halil Muhammed Halil, Sahabe Hayatından Tablolar, Uysal Kitabevi: 2/85-92.
Top