Merkad-i Fati­hi Ziyaret'in Şerhi

Merkad-i Fati­hi Ziyaret'in Şerhi

Yukarıya aldığımız Abdülhak Hâmid Bey'in «Merkad-i Fati­hi Ziyaret» adlı şiirini muhterem ağabeyimiz merhum Melih Yuluğ beyefendinin esrarı tasavvufa bihakkın vakıf olması münasebetiyle şerhini istirham ettiğimizde lütfettiler biz de siz okurlarımıza aynen sunuyoruz.

«Fatih'in Kabrini Ziyaret diye de söylenebilir. Bu şiirin bazı beyitleri çok derin mânâlar ihtiva ettiğinden şiirin gerek kül halinde gerekse bazı beyitlerin edebî bakımdan bir kritik hem de şerhe tâbi tutulmasında zaruret vardır. Kanaatımızca lâfızlar mânayı tam istiaptan âciz ve mânâ elfâz'a sığmaz du­rumdadır.

«Her kuşesinde dehrin, nâm-ı bekâ-nisârın; Şayestedir denilse âlem seni mezarın.»

Beytinden mânâ derinliğine taşmış gibidir. Yeknazarda bu beyitten şu anlaşılıyor. «Ey Yüce Fatih cihanın her köşesinde senin nâmın var, âdeta bu âlem senin mezarın denilmekte hata yoktur. Amma bunu izah ve şerhi yapılmadan Dehrin neden dolayı Fatih'in mezarı olduğu anlaşılmamakta, müp­hem kalmaktadır. Esasında Hamid Bey şunu ifade etmek is­temiştir. Dehrin ne tarafına bakılsa Fâtih'in daima baki ve payidar olan namını görürüz. Mezarlara kitabe dikmek o me­zarda medfun olanın namını oraya te'yit içindir. Dünyanın her köşesinde Fatih'in nâmı olduğuna göre, ona her yerde bir mezar kitabesi dikilmiş olur. Her yerde bir mezar kitabesi dikmekte bütün âlemi bir mezar yapmaktır. İşte onun için âlem Fatih'in mezarı denilse şayeste (lâyık) dir.

İkinci beyitten itibaren şiire mânâ vermeğe devam edelim: Fatih cihanda bir an kaldı fakat kaldığı zamanın her anı bir devir kadar uzunmuş gibi feyizli eserler verdi. Şu halde o mahdut zamanı, sınırsız gayrı mahdut yaptı. Otuz küsur se­nelik saltanatının mademki her anı bir devir kadar uzundur. Bu otuz sene sonsuz bir zaman demektir. Zaman denilen mefhuma bu ezelliyeti verdiğinden anlaşılıyor ki mekânende onun ezelliyet tahtı mülkünün yanındadır. Bir şahıs mekânen böyle fevkalâde bir mazhariyyete nail olmasa zamanen o ezeliyyeti veremezdi.

Şiirde çok önemli mânası şerhe muhtaç bir beyit de şöyle­dir:

«Mazi o perde-i gayp ükşadei huzurun

Atî o, râhi muzlîm amadei güzarın»

Maziki bir gayıp perdesidir. Ne kadar sayısız insanlar ve şöhretler o perdede kaybolup gitti. Fakat böyle yıpratıp yok eden bir mazi senin huzurunda tâzimen divan duruyor. Atiki karanlık bir yoldur. Kimlerin oradan geçeceğini yâni âtide kimlerin yaşayacağını, hangi şöhretlerin atî itibariyle payidar kalacağı meçhuldür. İşte böyle olan âtî daima Fatih oradan geçecek diye hürmetle bekleyip duruyor. Görülüyor ki Ha­mid, «mazi o perdei gayb» derken nice namlı kimseleri nisya-na gömer gayıb perdesi olan maziyi kasdetmektedir. Hamid başka bir şiirinde de «Nisyan o makteli ekâbir» demektedir ki aynı mânadadır.

Şiirin kıymeti ne. kadar yüce olursa olsun tasavvuf! bir an­lam taşıdığı iddia olunamaz. Hatta:

«Nice karagözleri mahvetti suret perdesi» mısraı kadar bi­le sofiyyane bir hikmet taşımaz. Yine şiirin diğer beyitlerini de şerhe devam edelim. «Kılıç tedmirin kalem tedbirin bir remzidir.» Halbuki ey Fatih sen kudretindeki azamete bak. Kalemi kılıç ve kılıcı kalem gibi kullanmayı bildin. Kalemin bir kılıç gibi titretici idi. Siyasetin hilelerine karşı kulandığın kılıçta icazkâr bir kalemdi. Kılıcın dost için yârin zülfünü okşayan nüvazîş gibi âdilâne bîr lütfü tedbir olur. Fakat düş­mana gelince; kılıç ve sözün bir yıldırım kesilerek çarpar düşmanın ödünü parçalardı.

Cihana o kadar hâkimdin ki eğer sen gülersen cihan da güler ve cihanda kaharlar açardı. Fakat celâdet anlarında hiddete gelmişsen, o zaman da cihan küsufa uğramış gibi karanlık ve korku içinde kalırdı. Celâdet tarafından görünün­ce mızrağın kaarı hake (toprağın derinliğine) inen bir yıldı­rımdı. Hakkaniyyet tarafından görününce o zamanda türbe­nin yanındaki camiin minarelerini sadece bir minare değil hak ve hakikatin göklere kadar uzanmış ve başı göklere de­ğen bir burcu gibi görmekteyiz.

Ey Fatih; sen türbene girmekle halik sana bütün arşı rah­metinin kapılarını açtı sen ki hayatında bu kadar saltanat ve ülkeler fetih ettin. Fakat ölümünle de arş'ı fetih etmeği basardın. Şu halde feth ettiğin diyarın en azametlisi kendi tür-bendir. Madem ki, türbenle sana arş dahi meftun olur.

Şahsiyyetin de o kadar büyük ki eğer bunu da madeten ifade etmek lâzım gelse büyük dağlar sana yastık olurdu.

Tahtın ki yukarıdadır fakat herkesin yalnız yüksekte zan­nettiği o taht o kadar derindir ki derinliğin kendisi de ona hürmeten ayağa kalkar. Buna mukabil mezarın toprağın içe­risindedir. Herkes sanır ki mezar çukurdadır. Halbuki çukur­da olan mezarın hakikatta o kadar ulvî ve yüksek ki ulviyye-tin kendisi bile bu yüksekliğine hürmeten eğilip rükûa var­maktadır. Bir kaza var bir de ona biİmecburiyye, boyun eğ­mekten ibaret bir rıza var. Senin pençen ise o rızanın eteğini sarmış bir kaza idi. Rıza naşı! daima kazaya mağlûp ise ci­handa senin bir kaza gibi olan gücünün karşısında rıza idi.

Sen ebediyyete erdikçe sermediyyet kelimesi seni kucak­lamak istedi. Fakat ezel ve ebedden ibaret iki kanadını aça­rak seni kucaklamak isterken seni cihanları kapiayan hudut­suz ruhun onu tuttu, kucakladı. Seni sermediyyetin Melikesi bile ihata edememiş, sen ona muhit olmuşsun, demektir.
Top