İslam´a Davet İçin Komşu Krallarla Diğerlerine Mektup Göndermeleri

İslam´a Davet İçin Komşu Krallarla Diğerlerine Mektup Göndermeleri

Hz. Peygamber’in, Ashabını Davet Vazifesini Yerine Getirmeye ve Bu Hususta İhtilafa Düşmemeye Teşvik Etmesi ve Onları Dünyanın Dört Bir Köşesine Göndermesi

- Hz. Peygamber bir gün sahabelerinin yanına çıkarak şöyle dedi:

“Allah beni bütün insanlara rahmet olarak gönderdi. O halde, ey Allah’ın rahmetine mazhar olanlar! Üzerinize düşen görevi yerine getiriniz. Havarilerin İsa ile ihtilafa düşmeleri gibi ihtilafa düşmeyiniz. İsa, havarilerini şu anda benim sizi davet ettiğim şeylere davet etmişti. Görev yerleri uzak olanlar İsa’nın bu davetinden hoşlanmadı. İsa bu durumu Allah Teâlâ’ya şikâyet etti. Bunun üzerine her biri hangi kavme gitmişse onların dillerini konuşmaya başladılar. Bu defa İsa ‘İşte bu, Allah Teâlâ’nın sizden istediği ve kesinlikle yapılmasını emrettiği bir vazifedir. Onu yapınız!’ dedi”. Bunun üzerine ashap

‘Ey Allah’ın Rasûlü! Biz, bize yükleyeceğin vazifeyi eda edeceğiz, bizi dilediğin yere gönder’ dediler. Hz. Peygamber de Abdullah b. Huzâfe’yi Kisrâ’ya, Selît b. Amr’ı Yemâme hâkimi Hevze b. Ali’ye, Alâ b. Hadrami’yi Hecer hâkimi olan el-Münzir b. Sâvâ’ya; Amr b. el-As’ı Umman meliki olan Cülendî’nin iki oğlu Ceyfer ile Abbâd’e; Dıhyetü’l-Kelbî’yi Kayser’e; Şiira’ b. Vehb el-Esedî’yi el-Münzir b. el-Hâris b. Ebî Şimr el-Gassânî’ye; Amr b. Ümeyyetü’l-Damrî’yi de Necâşî’ye gönderdi. Hepsi de Hz. Peygamber’in vefatından önce döndüler. Ancak Alâ b. el-Hadremî müstesnadır. Hz. Peygamber vefat ettiğinde o hâlâ Bahreyn’de bulunuyordu.[1]

- Hz. Peygamber, ölümünden önce Kisrâ’ya, Kayser’e, Necâşî’ye ve diğer bütün diktatörlere mektuplar yazdı, onları Allah’a davet etti. Hz. Peygamber’in Allah’a davet ettiği Necâşî, daha önce gıyâben cenaze namazını kıldığı Necâşî değildir.[2]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Tabarani (Misver b. Mahreme’den); Heysemi, Mecma V/306 (Bu senetteki Muhammed b. İsmail b. Ayyaş zayıf bir kişidir diyor); Askalani, Fetih VIII (“Siyer yazarlarına göre Muhacir b. Ebi Ümeyye el-Haris b. Abd-i Külal’e; Cerir, zi’l-Kela’a; Saib, Müseyleme; Hatib b. Ebi Beltaa, Mukavkıs’a gönderilmiştir” der)

[2] Müslim (Enes’ten); Bidaye IV/162 (Ahmed ve Tabarani, Cabir’den); Heysemi, Mecma V/305

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/

Hz Peygamber’in Habeşî Kralı Necâşî’ye Mektup Göndermesi

- Hz. Peygamber, Ebu Tâlib’in oğlu Cafer ve arkadaşları hakkında, Amr b. Ümeyye ed-Damrî ile, Necâşî’ye şöyle bir mektup yolladı:

“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla!

Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Habeşistan kralı Necâşî Eshâm’a! Selam senin üzerine olsun. Yegane güç ve kudret sahibi Kuddûs, Mü’min ve Müheymin olan Allah’a hamdediyorum. Şehâdet ederim ki İsa, Allah’ın ruhu ve kelimesidir. Onu bâkire, saf, temiz ve namuslu Meryem’in rahmine ilkâ etmiştir ve böylece Meryem, İsa’ya gebe kalmıştır. Allah İsa’yı ruhundan ve nefhasından yaratmıştır. Nitekim Âdem’i de eliyle ve yine nefhasından yaratmıştır. Seni biricik ve ortaksız olan Allah’a davet ediyorum. O’nun tâati üzerinde yardımlaşmaya, O’na tâbi olmaya, O’na ve benim getirdiğime iman etmeye davet ediyorum. Ben Allah’ın Rasûlüyüm. Sana amcamın oğlu Cafer ile beraberindeki müslümanları gönderdim. Onlar sana geldiklerinde kendilerini misafir et. Zulmü terket. Seni ve askerlerini Allah’a davet ediyorum. Ben vazifemi tebliğ ettim, nasihatta bulundum. Benim nasihatımı kabul ediniz. Selam hidayete tâbi olanların üzerine olsun”.[1]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/114.

Necâşi’nin Hz. Peygamber’e Gönderdiği Mektup

“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla!

Allah’ın Rasûlü Muhammed’e Necâşî Eshâm b. Ebcer’den. Ey Allah’ın Peygamberi! Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun. Allah’tan başka ilah yoktur. O Allah ki beni İslâm’a hidayet etmiştir. Ey Allah’ın Rasûlü! İsa ile ilgili sözlerini içeren mektubun bana erişti. Göklerin ve yerin Rabbi’ne and içerim ki İsa senin söylediğin gibidir, fazlası değildir. Biz senin bize gönderdiğini tanıdık. Onları, amcanın oğlunu ve arkadaşlarını misafir ettik. Şehâdet ederim ki sen Allah’ın Rasûlü’sün, doğrusun ve Allah tarafından da tasdik edilmişsindir. Sana ve amcanın oğluna biat ettim ve onun eliyle âlemlerin Rabb’ine teslim oldum. Ey Allah’ın Rasûlü! Sana Erîha b. Esham b. Ebcer’i (yani oğlumu) gönderiyorum. Ben ancak kendi nefsime mâliğim. Sana gelmemi istersen ey Allah’ın Rasûlü, gelirim. Şehâdet ederim ki senin söylediklerin haktır”[1]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Beyhaki (İbn İshak’tan); Bidaye III/83.

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/1

Hz. Peygamber’in Rum Kralı Kayser’e Mektup Göndermesi

- Dıhyetü’l-Kelbî şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber beni bir mektupla Kayser’e gönderdi. Kayser’in yanına vardım. Ona mektubu verdim. Yanında yüzü kırmızı, gözleri mavi, saçları kıvırcık bir de yeğeni vardı. Mektup, “Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Rumların sâhibi Herakliyüs’a” diye başlıyordu. Yeğeni bu sözler üzerine derin bir nefes aldı ve “Bu mektup bugün okunmamalıdır” dedi. Kayser bunun sebebini sordu. Yeğeni

‘Bu mektubu yazan önce kendi ismini anıyor ve senin için de Rum’un sahibi diyor, kral tabirini kullanmıyor’ dedi. Kayser

‘Andolsun ki onu okuyacaksın’ dedi. Mektup okunduğu zaman onlar Kayser’in yanından çıktılar. Huzura ben alındım. Kayser, onların dinî işlerini düzenleyen piskoposu çağırdı. Diğerleri onu mektuptan haberdar etmişlerdi. Bunu Kayser’in kendisi de söyledi ve mektubu ona okuttu. Piskopos ona şunları söyledi:

‘İşte bu Muhammed’dir. O, beklediğimiz peygamberdir ki İsa onun geleceğini bizlere müjdelemişti’. Kayser, piskoposa

‘Peki sen bana ne tavsiye edersin?’ dedi. Piskopos

‘Ben onu tasdik ediyor ve ona tâbi oluyorum’ dedi. Kayser ona

‘Şayet ben bunu yapacak olursam krallığımdan olurum’ dedi.

Sonra biz Kayser’in yanından çıktık. Kayser, o sırada yanında misafir olan Ebu Süfyan’ı çağırttı ve ona

‘Sizin memleketinizde ortaya çıkan bu kişi necidir?’ diye sordu. Ebu Süfyan

‘Bir gençtir’ dedi. Kayser

‘Onun soyu-sopu nasıldır’?’ diye sordu. Ebu Süfyan

‘Onun soyu hepimizinkinden üstündür’ dedi. Kayser

‘Bu, peygamberliğin alametlerindendir. Peki onun yaşantısı nasıldır?’ diye sordu. Ebu Süfyan

‘Yalan söylediği görülmemiştir’ dedi. Kayser

‘Bu da peygamberlik alametlerindendir’ dedi. Kayser, Ebu Süfyan’a yine sordu:

‘Acaba arkadaşlarından, onun dinini bırakıp da size dönen oldu mu?’ Ebu Süfyan

‘Hayır’ dedi. Kayser

‘Bu da bir peygamberlik mucizesidir’ dedi ve yine

‘Savaştığı zaman arkadaşlarıyla beraber mağlup olduğu oluyor mu?’ diye sordu. Ebu Süfyan

‘Bir kavim onunla savaştı, o onları mağlup etti. Daha sonra onlar da onu mağlup ettiler’ dedi. Kayser

‘Bu da peygamberlik alametidir’ dedi.

Sonra Kayser beni huzuruna çağırdı ve şöyle dedi:

‘Seni gönderen zâta de ki, ben onun peygamber olduğunu biliyorum. Fakat krallığımı terkedemem’. Piskoposa gelince, hristiyanlar her pazar günü bir yerde toplanıyorlar, o da onlara vaaz ediyordu. Pazar günü olduğunda bu kez onlara vaaz etmedi. İkinci pazar da vaaz vermedi. Ben yanına gidiyor ve onunla konuşuyordum. O bana sorular sorardı. Üçüncü pazar gelince hristiyanlar, onun çıkıp vaaz vermesini beklediler. O yine çıkmadı; hasta olduğunu söyledi. Bunu birkaç defa tekrarladı. Sonunda şöyle haber gönderdiler:

‘Ya bize çıkarsın veya odana girer seni öldürürüz. Biz, o Arap buraya geleliden beri senden şüpheleniyoruz’. Bunun üzerine piskopos bana bir mektup verip şunları söyledi:

‘Şu mektubu al, Muhammed’e götür. Ona selamla birlikte benim Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna iman ve şahitlik edip kendisine inandığımı; onu tasdik edip yine kendisine uyduğumu söyle. Halk bu durumumu sezmektedir. Ona bu gördüklerini de söyle!’

Bunları dedikten sonra dışarıya çıktı. Onlar da onu öldürdüler.[1]

- Herakliyüs, Hz. Peygamber’in elçisi Dıhye’ye şunları söyledi: ‘Yemin ederim ki senin sahibin Allah’ın göndermiş olduğu bir peygamberdir. Biliyorum ki bizim beklemekte olduğumuz ve kitabımızda da gördüğümüz kişi odur. Fakat ben Rumlardan nefsim için korkuyorum. Eğer böyle olmasaydı ona tâbi olurdum. Piskopos’a git! Sahibinizin emrini ona söyle. O kavmim içinde benden daha fazla sayılır ve sözü de benimkinden daha geçerlidir’ dedi. Böylece Dıhye, Piskopos’a gitti ve bunları ona da anlattı. Piskopos, Dıhye’ye

‘Yemin ederim ki arkadaşının Allah’ın gönderdiği bir peygamber olduğunu biliyoruz. Sıfatlarını ve isimlerini de biliyoruz’ dedi. Sonra içeri girdi. Elbiselerini çıkarıp attı ve beyaz bir elbise giydi ve böylece halkın içine çıkarak şehâdet getirdi. Onlar da üzerine hücum ederek onu öldürdüler.[2]

- Said b. Ebu Râşid şöyle anlatıyor: Ben Herakliyüs tarafından Hz. Peygamber’e gönderilen Tenûhî’yi Hınıs’ta gördüm. Komşumdu ve yaşlı bir insandı. Son derece yaşlıydı ve ölüme yaklaşmıştı. Ona

‘Hz. Peygamber ile Herakliyüs arasında teâtî edilen mektupları bana anlatır mısın?’ dedim.

‘Anlatayım’ dedi ve şunları söyledi:

‘Hz. Peygamber Tebük’e gelmiş ve Dıhyetü’l-Kelbî’yi elçi olarak Herakliyüs’e göndermişti. Hz. Peygamber’in mektubu geldiğinde Herakliyüs, Rumların keşiş ve kumandanlarını huzuruna çağırttı. Sonra da kapıların kapatılmasını emrederek şunları söyledi: ‘Şu kişi (Hz. Peygamber) sizin bildiğiniz noktaya yani Tebük’e gelmiştir. Şimdi bir elçi göndererek beni şu üç şeyden birisine davet etmektedir: Ya kendisine tâbi olmamızı veya ona arazilerimiz karşılığında mal vermemizi ya da kendileriyle harbetmemizi istemektedir. Andolsun siz okuduğunuz kitaplardan bilirsiniz ki o, şu anda ayaklarımın altındaki yeri de alacaktır. Geliniz, dini üzerinde ona tâbi olalım veya malımızı, arazimizi ona verelim’ dedi. Herakliyüs’ün bu sözleri üzerine orada bulunanlar hep bir ağızdan bağrıştılar ve yerlerinden öyle bir fırladılar ki başlarından şapkaları düştü. Ve şöyle dediler: ‘Sen bizi hristiyanlığı terketmeye veya Hicaz’dan gelen bir göçebeye köle olmaya mı davet ediyorsun?’ Bu şekilde dışarıya çıktıkları anda kendi hakimiyetini yıkmaya çalışacaklarından çekinen Herakliyüs onlara şöyle hitap etti: ‘Ben bu sözü dininiz üzerindeki bağlılığınızı denemek için söyledim’.

Sonra Tücîb Araplarından birisini huzuruna çağırttı. Bu kişi Arap hristiyanlarının başıydı. Herakliyüs ona

‘Bana. Arapça bilen ve konuşmaları aklında tutabilen bir kişi bul da onu mektubunun cevabı olarak şu kişiye (Hz. Peygamber’e) göndereyim’ dedi. O reis bana geldi ve beni alıp Herakliyüs’e götürdü. Herakliyüs elime göğüs kemiklerine yazılmış bir mektup verdi ve

‘Bu mektubumu şu kişiye götür. Önce mektubumdaki şu üç şartı ezberle. Dikkat et, bakalım bana yazmış olduğu mektuptan bahsedecek mi? Benim mektubumu okuduğu zaman geceden bahsedip bahsetmediğine ve onun sırtında seni şüpheye düşürecek birşey olup olmadığına da dikkat et!’ dedi. Mektubu aldım Tebük’e götürdüm. Hz. Peygamber bir suyun yanında ashabı ile birlikte oturuyordu. Sahabelerden sordum:

‘Sahibiniz nerededir?’

‘İşte şu zattır!’ dediler. Ona doğru gittim, önüne oturdum. Herakliyüs’ün mektubunu verdim. Mektubu koynuna koyduktan sonra şöyle buyurdu:

‘Sen kimlerdensin?’.

‘Tenuhlulardanım’ dedim. Bana

‘Baban İbrahim’in dini olan Hanif dinine girer misin?’ dedi. Dedim ki:

‘Ben bir kavmin elçisiyim ve onların dini üzerindeyim. Yânlarına dönmedikçe de bu dinden cayamam’. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

“Sen istediğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete erdirir ve O hidayete erenleri daha iyi bilir”. Ey Tenuhlu kardeş! Ben, Necâşi’ye bir mektup yazdım. Necâşi mektubumu yırttı. Allah da onu ve mülkünü yırtacaktır. Sizin sahibinize, yani Herakliyüs’e bir mektup yazdım. O ise mektubumu kabul etti. Hayatta hayır oldukça halk onun şiddetini hissedecektir’. İşte bu Herakliyüs’ün söylediği üç şeyden birisidir dedim ve sadağımdan bir ok alarak Hz. Peygamber’in bu sözlerini kılıcımın derisine yazdım. Daha sonra Hz. Peygamber, Herakliyüs’ün mektubunu solunda oturan bir kişiye verdi. Ben oradakilere

‘Bu, mektubu okuyan kişi kimdir?’ diye sordum.

‘Muaviye’dir’ dediler. Herakliyüs, mektubunda şunu yazıyordu:

“Beni, müttakîler için hazırlanan ve genişliği gökler ve yer kadar olan cennete davet ediyorsun. O halde âteş (cehennem) nerededir?” Bunun üzerine Hz. Peygamber hayretini gizlemeyerek

‘Sübhânallah! O halde gündüz geldiğinde gece nerededir?’ buyurdu. Bunun üzerine ben yine bir ok alarak bunu da kılıcımın derisine yazdım. Mektup bittikten sonra Hz. Peygamber şöyle dedi:

‘Sen elçisin ve bir hakkın vardır. Eğer yanımızda bir hediye olmuş olsaydı onu sana verirdik. Fakat biz şu anda misafiriz ve yiyeceğimiz de tükenmiştir’. Orada bulunanlardan bir kişi Hz. Peygamber’e şöyle seslendi:

‘Ben ona bir hediye vereceğim’ dedi. Ve o kişi yükünü açarak Safûriyye işi bir aba getirdi. Onu benim kucağıma koydu.

‘Bu abayı getiren kimdir?’ dedim. Bana onun

‘Osman’ olduğunu söylediler. Sonra Hz. Peygamber dedi ki:

‘Bu kişiyi kim misafir edecektir?’ Ensardan bir genç:

‘Ben misafir ederim!’ dedi. O genç kalktı, ben de onunla birlikte kalktım. Kalabalığın içinden çıktıktan sonra Hz. Peygamber beni çağırdı ve

‘Ey Tenuhlu kardeş!’ dedi. Döndüm ve koşarak Hz. Peygamber’in yanına vardım ve ilk oturduğum yerde durdum. Hz. Peygamber, sırtını açtı ve şöyle buyurdu:

‘İşte emrolunduğun yere bak!’ Ben onun sırtında göz gezdirdim ve kürek kemiği yerinde hacama kadar bir mühür olduğunu gördüm.[3]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Heysemi VIII/236-237 (Bezzar’dan hadisin senedindeki ravilerden İbrahim b. İsmail b. Yahya zayıftır der. Yine Heysemi V/306. Hadisi Tabarani, Dıhye’den muhtasaran rivayet ediyor. Ancak senedindeki Yahya b. Abdulhamid el-Hammani adlı zatın zayıf olduğunu söyler; Ebu Nuaym, Delail V/306; Abdan b. Muhammed el-Mirvezi (Abdullah b. Şeddad’dan. Bu daha tamamdır).

[2] Abdan (İbn İshak’tan o da bazı ilim ehlinden): İsabe II/216 (Yahya b. Said el-Emevi Megazi’de, Tabarani’nin de İshak’tan rivayet ettiğini söyler)

[3] Heysemi VIII/235/236 (Abdullah b. Ahmed ve Ebu Ya’la’dan. İkisinin ricali de sikadır); Bidaye V/15 (İmam Ahmed de rivayet etmiştir ve VI/27 (Yakup b. Süfyan’ın da rivayet ettiğini söylemektedir); İbn Kesir de bu hadisin garip olduğunu söyler.

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/115-118.

Ebu Süfyan’ın Herakliyüs’le Konuşması

- Ebu Süfyan şöyle anlatıyor: Kureyş’in bir kervanıyla Şam taraflarında bulunuyordum. Ticaret için gitmiştim. Bu, Hz. Peygamber’le on senelik barış yaptığımız devreye rastlıyordu. Biz Kudüs’te iken Herakliyüs de oraya geldi. Bizi meclisine davet etti. Gittik; etrafında Rum ileri gelenleri ile oturuyordu. Sonra bizi huzura aldırdı ve tercümanı da getirtti:

‘Hanginiz, ‘Ben peygamberim’ diyen kişiye soy bakımından daha yakındır?’ diye sordu.

‘Ben ona hepsinden daha yakınım’ dedim. Herakliyüs

‘Ebu Süfyan’ı ve arkasından da arkadaşlarını bana yaklaştırınız!’ dedi. Onları tam arkama dizdiler. Sonra tercümanına benim arkamda bulunanlara söylenmek üzere şöyle dedi:

‘Onlara benim Ebu Süfyan’dan Muhammed’in durumunu soracağımı ve eğer bana doğruyu söylemezse onu yalanlamalarını söyle!’

Allah’a yemin ederim ki, eğer onlar yalanımı çıkarmayacak olmasalardı ben onun hakkında yalan söyleyecektim. Herakliyüs’ün benden sorduğu ilk şey şuydu:

‘Bu kişi sizin aranızda soyca nasıldır?’ Dedim ki:

‘O, bizim aramızda soylu birisidir’. Herakliyüs

‘Bundan önce sizden hiç kimse peygamberlik iddiasında bulunmuş mudur?’ dedi.

‘Hayır!’ dedim. Herakliyüs

‘Onun atalarından kral olan kimse var mıdır?’ diye sordu. Ben yine

‘Hayır!’ dedim. Bu sefer

‘Acaba halkın ileri gelenleri mi yoksa fakirleri ve zayıfları mı ona tâbi olurlar?’ dedi. Zayıfların tâbi olduğunu söyledim.

‘Bunlar gün geçtikçe artıyorlar mı yoksa eksiliyorlar mı?’ dedi. Ben

‘Artıyorlar’ dedim. O,

‘Onun dinini kabul edip de daha sonra dinini beğenmeyen, cayanlar var mıdır?’ diye sordu.

‘Hayır!’ dedim.

‘Siz onu bu söylediklerinden önce yalancılıkla itham eder miydiniz? dediğinde yine

‘Hayır!’ dedim. Onun hile yapıp yapmadığını sordu, ben de yapmadığını söyledim ve hemen arkasından da

‘Biz bir müddettir onun ne yaptığını bilmiyoruz’ dedim. Orada imkan bulup da Hz. Peygamber’in aleyhinde araya sokuşturduğum tek şey bu idi. Herakliyüs

‘Onunla savaştınız mı?’ diye sordu.

‘Evet!’ dedim. Savaşımızın nasıl olduğunu öğrenmek istedi. Ben de

‘Harp, bizimle onun arasında nöbetledir; bazan o, bazan da biz gâlip geliriz’ dedim.

‘O size neyi emrediyor?’ diye sordu. Buna şu şekilde cevap verdim:

‘O şöyle diyor: Bir olan Allah’a kulluk ediniz. O’na hiçbirşeyi ortak koşmayınız. Atalarınızın söylediklerini terkediniz. Ve yine bize, namaz kılmayı, doğruluğu, zinadan korunmayı, akrabalarımızla ilişkiyi kesmememizi söylüyor, emrediyor’. Bunun üzerine Herakliyüs tercümanına şunları söyledi:

“Ebu Süfyan’a söy!e ki ben onun soyunu kendisinden sordum, ‘O soylu bir kişidir’ dedi’ ki peygamberler de böyledir. Kavimlerinin soylularından olurlar. Kendisine ondan önce peygamberlik iddiasında bulunanların olup olmadığını sordum, buna ‘Hayır!’ cevabı verdi. Ben, ondan önce bir kişi peygamberlik iddiasında bulunmuş olsaydı o da bu zâta uyarak böyle söylüyor diyecektim. Ben Ebu Süfyan’a ‘Onun ataları arasında kral olan var mıdır?’ diye sordum. ‘Hayır!’ dedi. Eğer onun atalarından birisi kral olsaydı, bu kişi atasının krallığını elde etmeye çalışıyor diyecektim. Ona sordum: ‘Peygamberlik iddiasında bulunmazdan önce onu yalancılıkla itham eder miydiniz?’ Yine ‘Hayır!’ dedi. Ben biliyorum ki, o kişi halka karşı yalan söylemiyorsa Allah’a karşı yalan söylememek elbetteki onun şânına daha çok yakışır. ‘Halkın ileri gelenleri mi yoksa zayıf insanlar mı ona tâbi oluyorlar?’ diye sordum. Zayıfların tâbi olduğunu söyledi. Zaten zayıflar rasûllerin, peygamberlerin tâbileridirler. Kendisinden, onun tâbilerinin artıp eksilmesini sordum. Artıyorlar’ dedi. İman işi de zaten böyledir: Artar, ta ki tamam oluncaya kadar. Yine kendisine ‘Onun dinine girdikten sonra, onu beğenmeyip de dinini terkeden birisi oldu mu?’ diye sordum. Buna da ‘Hayır!’ dedi. İman da böyledir: İnsanoğlunun kalbinin damarlarına karıştıktan sonra artık ayrılmaz. ‘Hile yapıyor mu?’ diye sordum. Bu soruya da ‘Hayır!’ cevabı verdi. Peygamberler de böyledir: Hile yapmazlar. Kendisine ‘Size ne emrediyor?’ diye sordum. Buna da şöyle cevap verdi: ‘Bir olan Allah’a ibadet etmemizi, hiçbir şeyi O’na ortak koşmamamızı emrediyor, bizi putlara ibadetten nehyediyor; namazı kılmamızı, zinadan kaçınmamızı söylüyor’ dedi. Eğer Ebu Süfyan’ın bu söyledikleri doğru ise kesinlikle o, bu iki ayağımın altındaki topraklara da hâkim olacaktır. Onun geleceğini biliyordum. Fakat Onun Araplardan olacağını zannetmiyordum. Onun yanına sağ-selamet varacağımı bilseydim onunla buluşmanın zorluklarına tahammül gösterecektim. Eğer ben onun yanında olsaydım onun ayaklarını yıkardım’. Sonra Hz. Peygamber’in mektubunu istedi. Hz. Peygamber bu mektubu Dıhyet’ul-Kelbî ile beraber Busrâ valisine göndermişti. O da onu Herakliyüs’e yollamıştı. Mektupta şunlar yazılıydı:

“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla!

Allah’ın kulu ve peygamberi Muhammed’den Rum’un büyüğü olan Herakliyüs’e! Allah’ın selamı hidâyete tâbi olanın üzerine olsun. Bunlardan sonra, seni İslâm’ın davetiyle davet ediyorum. Müslüman ol, kurtul. Allah ecrini iki defa verecektir. Eğer sırt çevirirsen çiftçilerin de günahı kesinlikle senin boynunda olacaktır. Hizmetçiler, çiftçiler, amele takımları da sana bakıp müslüman olmuyorlar. Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye geliniz. Ancak Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da bir kısmımız diğer bir kısmımızı rabb edinmesin. Eğer onlar sırt çevirirlerse şöyle deyiniz: ‘Şahit olunuz ki biz müslümanlarız’[1]

Herakliyüs bunları söyledikten ve mektup okunup bitirildikten sonra huzurunda sesler yükseldi, feryatlar koptu ve bizi dışarı çıkardılar. Dışarı çıktıktan sonra arkadaşlarıma şöyle dedim: ‘Ebî Kebşe’nin oğlunun (Hz. Peygamber’i kastediyor) durumu çok büyüdü ve kuvvet buldu. Benî Esfer kralı yani Rum kralı bile ondan korkuyor!’ Artık o zamandan sonra kesinlikle biliyordum ki Hz. Peygamber gâlip gelecektir. Ta ki Allah Teâlâ bana iman nasip edecektir.

Kudüs emiri, Herakliyüs’ün dostu ve teb’ası ve Şam hristiyanlarının piskoposu olan İbn en-Nâtûr şunları söylüyor: ‘Herakliyüs Kudüs’e geldikten sonra bir gün çok rahatsız olarak sabahladı. Kumandanlarından bazıları ona

‘Betiniz-benziniz hoşumuza gitmiyor’ dediler. Herakliyüs zeki bir insandı. Yıldız ilmini biliyordu ve onlara bakarak hadiseleri çözerdi. Onlara şöyle dedi:

‘Yıldızlara baktığımda sünnet edilenlerin kralının ortaya çıktığını gördüm. Acaba bu milletlerden hangisi sünnet yapıyor?’ Çevresindekiler

‘Yahudilerden başka sünnet yapan yoktur. Yahudilerin durumu da seni hiç korkutmasın Şehirlerine, valilerine mektup yaz. O şehirlerde bulunan yahudileri öldürsünler’ dediler. Onlar bu durumda iken huzura Gassan kralının gönderdiği bir elçi getirildi. Ve bu elçi onlara Hz. Peygamber’in hadisesini anlattı. Bunu duyduğunda Herakliyüs etrafındakilere dedi ki:

‘Gidiniz, bakınız; bu adam sünnet edilmiş midir, edilmemiş midir?’ Baktılar ve sünnetli olduğunu söylediler. Herakliyüs ona Arapların da sünnet olup olmadığını sordu. O da

‘Araplar da sünnet olurlar’ dedi. Herakliyüs

‘İşte bu, Arapların kralıdır; ortaya çıktı’ dedi. Sonra bu hususu Roma’da bulunan bir arkadaşına yazdı. O arkadaşı da ilim bakımından Herakliyüs gibiydi. Herakliyüs Kudüs’ten Humus’a gitti ve o arkadaşından mektup gelinceye kadar da oradan ayrılmadı. O da Hz. Peygamber’in çıkışı ve peygamberliği hususunda Herakliyüs ile aynı görüşteydi. Böylece Herakliyüs, Rum ileri gelenlerinin Humus’ta bulunan şatoya toplanmalarını emretti. Sonra emir verdi, şatonun tüm kapıları kilitlendi. Daha sonra kalkarak şöyle dedi:

‘Ey Rum topluluğu! Kurtuluş ve doğruluğu ve mülkünüzün sizin için daima sabit kalmasını ister misiniz? O halde geliniz, şu peygambere tâbi olunuz!’ Onlar vahşi merkeplerin sıçrayışı gibi kapılara doğru sıçradılar. Fakat kapıların kilitli olduğunu gördüler. Herakliyüs onların bu nefretini gördü, iman etmeyeceklerini anladı. Bunun üzerine onların geri getirilmesini emretti ve şöyle dedi:

‘Ben bu sözü dininize olan bağlığınızı denemek için söyledim ve bağlılığınızı da gördüm’. Böylece onlar Herakliyüs’e secde ettiler ve ondan razı oldular. İşte bu, Herakliyüs’ün son şânı idi.[2]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Al-i İmran: 3/64

[2] Bidaye IV/266 (Buhari, İbn Abbas tarikiyle kitabın birçok yerinde; İbn Mace hariç diğer bazıları da Zühri, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b. Mes’ud, İbn Abbas tarikiyle); yine Bidaye IV/262 (İbn İshak, Zühri’den); Ebu Nuaym, Delail s. 119; Beyhaki IX/178.

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/118-121

Hz. Peygamber’in Fars Kralı Kisrâ’ya Mektup Göndermesi

- Hz. Peygamber, Kisrâ’ya ulaştırılmak üzere bir mektup yolladı ve onu götüren kimseye mektubu Bahreyn’in genel valisine vermesini emretti. Bahreyn valisi de mektubu Kisrâ’ya gönderdi. Kisrâ mektubu okudu ve sonra onu yırttı.[1]

- Hz. Peygamber bir gün minbere çıkarak bir hutbe okudu. Allah’a hamd ü senâ edip şehadet getirdikten sonra şunları söyledi:

‘Ben sizden bazılarınızı Acemlerin (Arap olmayanların) krallarına göndermek istiyorum. Sakın İsrailoğulları’nın bu hususta İsa’ya karşı ihtilafa düştükleri gibi siz de ihtilafa düşmeyin’. Muhacir

‘Ey Allah’ın Rasûlü! Seninle hiçbir şeyde ebediyyen ihtilafa düşmeyeceğiz. Bize emret ve bizi gönder!’ dediler. Böylece Hz. Peygamber, Şücâ b. Vehb’i Kisrâ’ya gönderdi. Kisrâ, kabul salonunun süslenmesini emretti. Sonra Fars büyüklerine izin verdi, onlar da içeri girdiler. Sonra Şücâ b. Vehb’e izin verdi. Hz. Peygamber’in elçisi içeri girdikten sonra Kisrâ, mektubun ondan alınmasını emretti. Şücâ b. Vehb

‘Hayır, vermem. Onu sana kendi elimle teslim edeceğim. Çünkü Allah’ın Rasûlü bana böyle emretti’ dedi. Kisrâ,

‘Yaklaş!’ dedi. O da yaklaşarak mektubu Kisrâ’ya verdi. Kisrâ da Hîre ehlinden bir kâtibi çağırarak mektubu ona verdi. Kâtip mektubu okudu. Mektup şöyle başlıyordu:

“Abdullah’ın oğlu ve Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Fars’ın büyüğü olan Kisrâ’ya!”

Bu söz Kisrâ’yı gazaba getirdi. Çünkü Hz. Peygamber mektuba kendi ismiyle başlamıştı. Kisrâ bağırdı, öfkelendi. Daha mektubun içinde ne olduğunu anlamadan onu yırttı ve Şücâ b. Vehb’in dışarı çıkarılmasını emretti. Şücâ b. Vehb bu durumu gördükten sonra devesine bindi ve yola çıktı. O şöyle diyordu:

‘Vallâhi hangi yoldan gidersem gam yemem. Çünkü Rasûlullah’ın mektubunu Kisrâ’ya verdim’.

Kisrâ, öfkesi dindikten sonra Şücâ’ın huzuruna getirilmesini emretti. Şücâ arandı, fakat bulunamadı. Hîre’den Şücâ’ı istetti. Fakat Şücâ orayı da geçmişti. Şücâ Hz. Peygamber’e gelerek durumu haber verdi, mektubun Kisrâ tarafından yırtıldığını duyan Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ‘Kisrâ kendi mülkünü yırttı’[2]

Hz. Peygamber’in mektubu Kisrâ’ya takdim edildiğinde Kisrâ onu okuyup yırttıktan sonra Yemen’deki genel valisi Bâzân’a şunu yazdı:

‘Katından iki kuvvetli kişi gönder de şu Hicaz’daki kişiyi bana getirsinler’. Bâzân bu emre uyarak Fars yazısı yazıp hesap yapan Ebânûh isimli kahramanı yani özel hizmetkârı ile Cedd Cemîre adındaki birisini görevlendirdi. Hz. Peygamber’e, onlarla birlikte Kisrâ’ya gitmesini yazdı. Kahramanına da şöyle dedi:

‘O kişiye bak, nasıl birisidir? Onunla konuş ve bana haber getir!’ dedi. Bu iki kişi Yemen’den yola çıkıp Tâif’e geldiler. Orada Kureyş’ten bazı tüccarlarla karşılaştılar. Bu tüccarlardan Hz. Peygamber’i sordular. Onlar da

‘O Medine’dedir’ dediler ve Kisrâ’nın peygamber aleyhinde harekete geçmesi de onları sevindirdi. Şöyle dediler:

‘Kisrâ onun için tuzak kurmuştur. Artık onun şerrinden emin olabiliriz’.

Bu iki elçi Medine’ye vardılar ve Hz. Peygamber’le konuştular.

‘Kisrâ, Bâzân’a, seni kendi yanına götürmeleri için iki kuvvetli kişi göndermesini emretmiştir. O da bizleri gönderdi; bizimle birlikte geleceksin!’ dediler. Hz. Peygamber

‘Şimdi dinleniniz ve bana yarın geliniz!’ dedi. Ertesi gün geldiklerinde onlara şöyle dedi:

‘Allah Teâlâ Kisrâ’yı öldürdü. Şu ayın şu gecesinde oğlu Şîreveyh’i ona musallat etti’. Onlar da Hz. Peygamber’e

‘Sen ne dediğini biliyor musun? Biz bu söylediklerini Bâzân’a yazalım’ dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, ‘Evet, yazınız ve ona deyiniz ki, eğer müslüman olursa elinde bulunan Yemen arazisini ona vereceğim’ dedi. Sonra Hz. Peygamber, kendisine daha önce hediye edilmiş ve içinde altın ve gümüş bulunan bir kemeri de Cedd Cemîre’ye verdi. Bunlar Bâzân’a gittiler ve hadiseyi ona anlattılar. Bâzân

‘Allah’a and içerim ki bu bir kral sözü değildir. Biz onun dediğinin doğru olup olmadığını dikkatle araştıracağız’ dedi. Az bir zaman sonra Bâzân’a Şîreveyh’ten bir mektup geldi; şöyle yazıyordu:

‘Ben Fars milleti için öfkelenerek Kisrâ’yı öldürdüm. O, Fars’ın eşrâfını öldürüyordu. Yanında bulunan kimselerden benim için biat al. Kisrâ’nın, kendisi için birşeyler yazmış olduğu kişiyi (Hz. Peygamber’i) de rezil etme!’ Bâzân bu mektubu okuduktan sonra şunları söyledi:

‘O kişi kesinlikle gönderilen bir peygamberdir’. Böylece Bâzân müslüman oldu. Onunla birlikte Yemen’deki Farslıların hepsi müslüman oldular.[3]

- Hz. Peygamber, Abdullah b. Huzâfe’yi, Fars meliki Kisrâ bin Hürmüz’e gönderdi. Ve ona şöyle bir mektup yazdı:

“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla!

Allah’ın Rasûlü Muhammed’den, Fars’ın büyüğü Kisrâ’ya. Selam hidâyete tâbi olup Allah ve Rasûlü’ne iman eden, Allah’tan başka ilah bulunmayıp,O’nun ortağının olmadığına ve Muhammed’in de Allah’ın kulu ve Rasülü olduğuna şahitlik yapanların üzerine olsun! Seni Allah’ın davetiyle davet ediyorum. Muhakkak ki ben, Allah’ın bütün insanlara göndermiş olduğu Rasûlüyüm. Görevim, diri olan kimseleri uyarmaktır. Ve azab kâfirlerin üzerine vaki olacaktır. Müslüman olursan kurtulursun; eğer müslüman olmazsan ateşe tapanların günahı senin boynunadır”.

Kisrâ bu mektubu okuduğu zaman onu parçaladı ve ‘O benim kölem olduğu halde bunlarıı nasıl yazar?’ dedi. Bundan sonra Kisrâ, Bâzân’a bir mektup yazarak onu kendisine getirmeleri için iki kişi görevlendirmesini emretti. Görevlendirilen bu iki kişi Hz. Peygamber’in huzuruna geldiler. Sakallarını traş etmiş, bıyıklarını uzatmışlardı. Hz. Peygamber bundan hoşlanmadı ve onlara

‘Azap üzerinize olsun! Böyle yapmayı size kim öğretmiştir?’ dedi. Onlar:

‘Bize rabbimiz (yani Kisrâ) emretmiştir’ dediler. Hz. Peygamber de

‘Benim Rabbim de bana sakalımı bırakıp bıyıklarımı kısaltmamı emretmiştir’ dedi.[4]

- Rasûlullah (s.a.v.) peygamber olduğunda Kisrâ, Yemen ve havalisindeki Arapların başında bulunan genel valisi Bâzân’a şu mektubu yazdı:

‘Kulağıma geldiğine göre senin bulunduğun mıntıkada bir kişi peygamber olduğunu iddia etmekteymiş. Ona bu işten vazgeçmesini söyle. Aksi takdirde onu ve kavmini helak edecek bir kuvvet gönderirim’.

Bâzân’ın elçisi Hz. Peygamber’e gelip Kisrâ’nın bu emrini tebliğ edince, Hz. Peygamber

‘Eğer bu benim kendiliğimden yapmış olduğum bir iş olsaydı bırakırdım. Fakat Allah beni peygamber olarak göndermiştir’ dedi. Elçi Hz. Peygamber’in yanında biraz durdu. Hz. Peygamber

‘Rabb’im Kisrâ’yı öldürdü. Bugünden sonra Kisrâ yoktur. Kayser’i de öldürdü, bugünden sonra artık Kayser de yoktur’ buyurdu. O elçi Hz. Peygamber’in bunu hangi saatte, hangi gün ve ayda söylediğini kaydetti ve sonra Bâzân’a döndü. Orada öğrendi ki Kisrâ ölmüş, Kayser de öldürülmüştür.[5]

- Kayser’e mektup götüren Dıhyetü’l-Kelbî, döndüğünde Hz. Peygamber’in huzuruna çıktı. Onun yanında Kisrâ’nın San’a’daki valisinin göndermiş olduğu elçiler vardı. Kisrâ, San’a valisine bir mektup göndererek şunları söylemişti:

‘Senin arazinde beni dinine davet edip kabul etmediğim takdirde kendisine cizye vermemi söyleyen birisi çıkmıştır. Ya beni ondan kurtarırsın ya da seni öldürürüm. Veya senin hakkında şöyle şöyle yaparım’. Bunun üzerine San’a valisi Hz. Peygamber’e 25 kişilik bir elçiler heyeti gönderdi. İşte Dihye’nin Hz. Peygamber’in yanında gördükleri bunlardır. Onların arkadaşı mektubu okudu. Hz. Peygamber onları onbeş gün bekletti. Onbeş gün geçtikten sonra tekrar Hz. Peygamber’le biraraya geldiler. Hz. Peygamber onlara şöyle dedi:

‘Arkadaşınıza yani Bâzân’a gidiniz ve ona, Allah’ın onun rabbini (Kisrâ’yı) bu gece öldürdüğünü söyleyiniz’. Elçiler Hz. Peygamber’den ayrılarak San’a’ya gittiler. Hz. Peygamber’in sözlerini Bâzân’a anlattılar. Bâzân onlara

‘Bu geceyi iyi belleyiniz’ dedi. Sonra da ekledi:

‘Siz onu nasıl gördünüz? Bana anlatınız’.

‘Vallâhi ondan daha yumuşak bir kral görmedik. Halkının içinde geziyor, hiç bir şeyden korkmuyordu. Ne nöbetçileri vardır ve ne de onlar, onun katında seslerini yükseltirler’. Sonra Kisrâ’nın aynı gece öldürüldüğü haberi geldi.[6]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Buhari (Leys’den. O, Yunus’tan, o da Zühri’den, o da Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe, o da Abdullah b. Abbas’tan) Ravi şöyle der: Zannediyorum İbn el-Müseyyeb, Hz. Peygamber’in onların paramparça olamarı için beddua ettiğini söyler.

[2] Bidaye IV/269 (Abdullah b. Vehb’den. O, Yunus’tan, o da Zühri’den. Zühri de Abdurrahman b. Abdulkari’den)

[3] İsabe I/259 (Ebu Said en-Nisaburi bunu Şerefü’l-Mustafa adlı kitabında İbn İshak, Zühri ve Ebu Seleme b. Abdurrahman tarikiyle; Ebu Nuaym el-İsfahani de bunu bu şekilde rivayet ediyor; ancak Cedd Cemire yerine Harhasre ismi geçiyor). İsabe I/169 (İbn Ebi’d-Dünya’nın Delail’de bunu İbn İshak’tan rivayet ettiği söylenir ki burada şöyle bir farklılık vardır: “Abunuh, Hz. Peygamber’e şöyle dedi: ”Eğer emre uyup Kisra’ya gidecek olursan, sana orada yarar sağlayacak bir mektup da verebilirim. Aksi takdirde Kisra seni ve kavmini helak edip memleketini tahrip edecektir” “).

[4] Bidaye IV/269 (İbn Cerir’den İbn İshak ve Zeyd b. Ebi Habib tarikiyle)

[5] Heysemi VIII/287 (Taberani’den, o da Ebu Bekre’den; “Kesir b. Ziyad hariç bunun ricali sahih hadis ricalidir. İmam Ahmed’de de hadisin bir parçası vardır; Bezzar da böyledir”).

[6] Heysemi V/309 (Bezzar tarikiyle Dıhye’den)

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/121-125.

Hz. Peygamber’in, İskenderiye Kralı Mukavkıs’a Mektup Göndermesi

Hz. Peygamber, Hatib b. Ebi Belteâ’yı İskenderiye kralı Mukavkıs’a gönderdi. Hatib, Hz. Peygamber’in mektubunu ona verdi. O, mektubu öptü ve Hatib’e de ikramda bulundu; onu güzelce ağırladı. Geri dönen Hatib’le beraber Hz. Peygamber’e bir aba, eğeriyle beraber bir katır ve iki de cariye gönderdi. Bu cariyelerden birisi Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’in annesi olan Mâriye’dir. Diğerini ise Hz. Peygamber Muhammed b. Kays el-Abdî’ye hediye etti.[1]

- Hatib b. Ebî Belteâ şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber beni İskenderiye kralı Mukavkıs’a gönderdi. Hz. Peygamber’in mektubunu ona götürdüm. Beni evinde ağırladı. Onun yanında biraz kaldım. Sonra bana haber gönderdi ve bütün kumandanlarını da topladı ve bana şöyle dedi:

‘Ben sana bir soru soracağım. Beni bu konuda aydınlatmanı istiyorum’. Ben de

‘Buyurun’ dedim. Mukavkıs

‘Arkadaşını (Hz. Peygamber’i) bana anlat. O nebî değil midir?’ dedi. Ben

‘Evet, o Allah’ın Rasûlü’dür’ dedim. Mukavkıs

‘Madem ki o Allah’ın Rasûlü’dür; kavmi onu Mekke’den çıkarıp Medine’ye gönderdikleri zaman niçin onlara beddua etmedi?’ dedi. Ben de ona

‘Peki sen, Meryem’in oğlu İsa’nın Allah’ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmiyor musun?’ diye sordum.

‘Evet!’ dedi. Bunun üzerine

‘O halde kavmi onu yakalayıp çarmıha germek istediklerinde niçin onlara beddua edip de Allah’tan onları helâk etmesini istemedi. Halbuki Allah Teâlâ onu dünya semasına kaldırdı’ dedim. Mukavkıs da bana şöyle dedi:

‘Sen hikmet sahibi birisin ve yine hikmet sahibi birisinin katından geliyorsun. Şunlar onun hediyeleridir. Onları senin vasıtanla Muhammed’e gönderiyorum. Seni emin bir noktaya kadar götürmeleri için yanına koruyucular da vereceğim’. Böylece Hz. Peygamber’e hediye olarak üç cariye gönderdi. Onlardan birisi Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’in annesidir. İkincisi ise Hz. Peygamber tarafından Hassan b. Sâbit el-Ensârî’ye hediye edildi.[2]

(Sonuncusunuda Hz. Peygamber’in Muhammed b. Kays el-Abdî’ye hediye ettiği daha önce geçmişti).[3]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Beyhaki (Abdullah b. Abdulkari’den)

[2] Bidaye IV/278 (Beyhaki’den); İsabe I/300 (Hatib ve İbn Şahin de rivayet etti)

[3] Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/125-126.

Hz. Peygamber’in Necran Halkına Yazdığı Mektup

- Hz. Peygamber, Neml sûresi nâzil olmadan önce Necran halkına şu mektubu yazdı:

“İbrahim, İshak ve Yakub’un ilahı olan Allah’ın ismiyle! Bu mektup peygamber ve Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Necran halkı ile onların piskoposunadır! Siz barış ehlisiniz. Ben sizin katınızda yani şehadetiniz altında İbrahim, İshak ve Yakub’un ilahına hamdediyorum. Bundan sonra ben sizi, kulların ibadetini bırakıp Allah’ın ibadetine ve yine kulların velâyetini bırakıp Allah’ın velâyetine dönmeye davet ediyorum. Eğer bunu yapmazsanız o zaman haraç veriniz. Yok bunu da yapmazsanız, size harp ilan ediyorum. Selam”.

Bu mektubu okuyan Necran piskoposu dehşete kapıldı. Şiddetli bir sarsıntı geçirdi. Necran halkından Şurahbil b. Vedâa isimli bir kişiyi huzuruna çağırttı. Bu zat Hemdan’dandı ve Necran’da çözülmesi zor bir mesele ortaya çıktığında ilk önce ona müracaat olunurdu. Piskopos, Hz. Peygamber’in mektubunu ona verdi. Şurahbil mektubu okudu. Sonra piskopos

‘Ey Ebâ Meryem! Senin bu husustaki görüşün nedir?’ dedi. Şurahbil, piskoposa şöyle dedi:

‘Biliyorsun, Allah, İbrahim’e, İsmail’in zürriyeti hakkında peygamberlik va’detmiştir. Belki de bu kişi Allah’ın va’dettiği o peygamberdir. Peygamberlik hakkında bir bilgim yoktur. Eğer dünya işleri ile ilgili bir mesele olmuş olsaydı görüşümü sana bildirir ve onu çözebilmek için de var gücümle çalışırdım’ dedi. Piskopos da

‘O halde otur!’ dedi. O da bir kenara çekilerek oturdu. Piskopos bu kez Necran halkından Abdullah b. Şurahbil isimli birisini -ki bu zî-Esbah’tan ve Himyer’dendi- çağırdı, mektubu ona da okuttu. Ona fikrini sordu. O da aynen birincisinin sözlerini tekrarladı. Piskopos ‘Sen de git otur!’ dedi. O da bir kenara oturdu. Sonra piskopos Necran halkına mensup Benî Hâris Kâ’b’dan Cebbâr b. Feyz diye birisini huzuruna davet etti. Mektubu ona da okuttu ve fikrini sordu. O da Şurahbil ve Abdullah gibi birşey diyemeyeceğini söyledi. Piskopos ona da bir kenara çekilip oturmasını söyledi.

Görüşlerin bu noktada birleştiğini gören piskopos hemen çanların çalınmasını, ateşler yakılmasını, kiliselere kıldan yapılmış elbiseler asılmasını emretti. Onlar gündüzleri bir felaketle karşı karşıya geldikleri zaman böyle yaparlardı. Eğer geceleyin böyle bir korku ve dehşetle karşı karşıya gelirse sadece çan çalarlar ve kiliselerde ateş yakarlardı. Çanların çalınıp kiliselerde kıl elbiseler yükseldiğini gören tüm Necran halkı toplandı. Necran vadisinde bulunan herkes oraya geldi, ki bu vadinin uzunluğu, süratle giden bir atlının bir günde alabileceği bir mesafe idi. Vadide 73 köy, 120.000 savaşçı vardı. Piskopos, Hz. Peygamber’in mektubunu onlara okudu ve bu husustaki görüşlerini sordu. Onlar da Şurahbil b. Vedâa el-Hemdânî, Abdullah b. Şurahbil el-Esbahî ve Cebbâr b. Feyz el-Hârisî’nin Hz. Peygamber’e gönderilmesini kararlaştırdılar. Onlar gidip peygamberden kendilerine haber getirecekti. Böylece bu heyet Medine’ye gitti. Oraya vardıklarında, yolculuk sırasında giydikleri elbiselerini çıkardılar. Yemen kürküne benzeyen kürklerini giydiler. Altın yüzüklerini taktılar ve sonra da varıp Hz. Peygamber’e selam verdiler. Hz. Peygamber onların selamlarına karşılık vermedi. Bütün bir gün onunla konuşmak istediler. Hz. Peygamber onlarla sırtlarındaki kürkler ve parmaklarındaki altın yüzükler dolayısıyla konuşmuyordu. Onlar da Osman b. Affan ile Abdurrahman b. Avf’ı aramaya başladılar. Çünkü onları önceden tanıyorlardı. Onları muhacir ve ensardan oluşan bir mecliste buldular:

‘Ey Osman ve Abdurrahman! Sizin peygamberiniz bize bir mektup yazdı. Biz onun mektubuna uyarak geldik. Ona vardık ve selam verdik. Bizim selamımıza karşılık vermedi. Onu bütün gün konuşturmak istedikse de bizimle konuşmadı. Sizin bu husustaki görüşünüz nedir? Geri mi dönelim?’ dediler. Hz. Abdurrahman ile Hz. Osman da bunu orada bulunan Hz. Ali’ye sordular:

‘Ey Eba’l-Hasan! Sen ne diyorsun!’ dediler. Hz. Ali de şöyle dedi: ‘Benim görüşüm şudur: Bunlar, sırtlarındaki kürkleri ve parmaklarındaki yüzükleri çıkarsınlar. Yolculuk sırasında giymiş oldukları elbiselerini giysinler ve ondan sonra Hz. Peygamber’in yanına gitsinler’. Bunun üzerine onlar da böyle yaptılar ve Hz. Peygamber’e gidip ona selam verdiler. Hz. Peygamber bu defa selamlarını alarak şöyle buyurdu:

‘Beni hakla gönderen Allah’a yemin ederim ki onlar bana ilk geldiklerinde İblis de onlarla beraberdi’. Sonra Hz. Peygamber onlara, onlar da Hz. Peygamber’e karşılıklı sorular sordular. Sonunda onlar Hz. Peygamber’e şu soruyu sordular:

‘İsa hakkında ne biliyorsun? Biz hristiyanız ve dönüp kavmimize gideceğiz. Şayet sen bir peygamber isen İsa hakkındaki görüşlerini öğrenmek isteriz’. Hz. Peygamber de şöyle buyurdular:

‘İsa hakkında şu anda hiçbir bilgim yoktur. Durunuz, Rabb’im, İsa hakkında ne diyorsa onu size yarın haber vereyim’ dedi. Sabah oldu. Allah Teâlâ bu konuda Âl-i İmran suresinin 59. ayetinden 61. âyetine kadar olan, bölümü indirdi.

Onlar bu görüşü kabul etmeye yanaşmadılar. Rasûlullah da onlarla karşılıklı olarak lânetleşmeye (mülâane) karar verdi. Bunun için de sabah olduğunda Hz. Peygamber lânetleşmenin yapılacağı yere gitti. Hasan ile Hüseyin’i elbisesiyle örttü. Hz. Fatıma da tam arkasında bulunuyordu. Hz. Peygamber’in hanımlarının birkaçı da oradaydı. Bu manzarayı gören Şurahbil, arkadaşlarına şöyle dedi: ‘Biliyorsunuz ki tüm Necran vadisi halkı bir meseleyi ancak benim görüşüme uyarak reddederler veya o konuda çıkış yolu tesbit ederler. Yemin ederim ki bu, bana ağır birşey gibi görünüyor. Çünkü eğer bu kişi peygamber ise biz onun gözlerine bütün Araplardan önce vurmuş ve onu herkesten önce reddetmiş oluruz. O zaman da bu kin, ne onun ve ne de ashabının göğsünden çıkmaz. Bir belaya düştüğümüzde onlar, bize, diğer bütün komşu Araplardan daha yakındır. Eğer bu kişi peygamberse ve onu Allah göndermişse, onunla lânetleştiğim takdirde yeryüzünde bizden hiç kimse kalmaz. Ne kıl ve ne de tırnak kalır, herşey helâk olur’. dedi. Bunun üzerine diğer ikisi ona ‘Peki, senin görüşün nedir, ey Ebâ Meryem?’ dediler. Şurahbil de şöyle dedi: ‘Benim görüşüm, onunla konuşmak hususunda beni desteklemenizdir. Ben onu hakem yapmak istiyorum ve onu hiç bir zaman batıl ile hükmetmeyecek bir kişi olarak görüyorum’. Arkadaşları ona

‘Bu görüşünü uygulamakta serbestsin’ dediler. Şurahbil de Hz. Peygamber’i karşıladı ve ona

‘Seninle lânetleşmekten daha hayırlı bir çözüm var’ dedi. Hz. Peygamber

‘Nedir?’ diye sordu. Şurahbil

‘Bugün akşama ve akşamdan da sabaha kadar seni hakem kıldık. Bizim hakkımızda ne hüküm verirsen geçerlidir’ dedi. Hz. Peygamber

‘Ya arkada, Necran’da seni kınayacak olanlar ve bu fikre uymayanlar olursa’ dedi. Şurahbil

‘Şu iki arkadaşımdan sor’ dedi. Hz. Peygamber de durumu onlardan sordu. Dediler ki:

‘Necran vadisi halkı ancak Şurahbil’in fikri ile hareket ederler’.

Bunun üzerine Hz. Peygamber lânetleşmekten vazgeçti ve ertesi gün de yanlarına giderek şu mektubu yazdı:

“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla.

Bu, peygamber ve Allah’ın Rasûlü Muhammed’in Necran halkına yazdığıdır! Durum şudur: Muhammed onların hakkında her meyvede, her sarıda ve beyazda (altın ve gümüşte), her siyahta (hayvanlarda) ve her kölede haraç vermelerini hükmetmiş fakat daha sonra onlara bir lütufta bulunarak bütün bunlardan vazgeçmiştir. Ancak onlar her sene ikibin hülle (giyim elbisesi) vereceklerdir. Binini Recep ayında diğer binini ise Safer ayında vereceklerdir”[1]

- Onlar, Hz. Peygamber’in mektubunu aldıklarında Necran’a döndüler. Dönüşleri sırasında beraberlerinde piskoposun anne bir kardeşi de vardı. Bu aynı zamanda keşişin amcasının oğlu da oluyordu. İsmi Bişr b. Muâviye idi ve künyesi de Ebu Alkame idi. Heyet Hz. Peygamber’in mektubunu piskoposa teslim etti. Piskoposla Ebu Alkame Hz. Peygamber’in mektubunu okuyorlar ve ikisi de gülüyorlardı. O sırada Bişr’in devesi yere kapaklandı. Bunun üzerine Bişr, Hz. Peygamber’in açık ismini kullanarak helak olması için ona beddua etti. Bu durum karşısında piskopos ona şunları söyledi:

‘Yemin ederim ki sen, Allah tarafından gönderilmiş bir peygambere bedduada bulundun’. Bişr de piskoposa:

‘O halde Allah’a yemin ederim ki ben de devemin düğümlerini çözmeden Peygamber’e gideceğim’ dedi ve devesini Medine’ye doğru çevirdi. Piskopos ona engel olabilmek için dedi ki:

‘Biraz anlayışlı ol. Ben bu sözü Arapların kulağına gitsin diye söyledim. Çünkü onların, onun hakkını almış olduğumuzu veya onun sesine kulak verdiğimiz veya bütün Araplardan daha kuvvetli ve hepsinden daha derli-toplu olduğumuz halde Araplardan hiçbir kimsenin zoru altında kabul etmediğimizi bu kişinin zoru altında kabul etmiş olduğumuzu sanmalarından korkuyorum’. Bişr ise ona

‘Hayır, Allah’a yemin ederim ki senin kafandan çıkanı ebediyyen kabul etmeyeceğim’ dedi ve devesini sürdü. Sırtını piskoposa çevirerek şu şiiri okudu:

“Sana bağlı olduğu için, karnında yavrusu oynayan devesine binip hristiyanların dinine muhâlif olarak ve sıkıntılı bir halde geliyor(um)”. Böylece Bişr, Hz. Peygamber’e geldi ve müslüman oldu. Şehid oluncaya kadar da Hz. Peygamber’in yanında kaldı.

Râvi devamla şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber’e giden heyet Necran’a döndü. Kilisenin başında bulunan İbn Ebî Şimr ez-Zebîdî de oraya geldi. Ona ‘Tihâme’den bir peygamber gönderildi’ denildi ve sonra Necran heyetinin Hz. Peygamber’e gittiği, Hz. Peygamber’in lânetleşme teklif ettiği ve fakat onların bundan korktuğu ve Bişr b. Muaviye’nin ona gidip müslüman olduğunu anlattılar. İbn Ebî Şimr dedi ki:

‘Beni buradan indiriniz. Aksi takdirde kendimi atar, intihar ederim’. Onu indirdiler. Rahip, beraberinde bazı hediyeler olduğu halde Hz. Peygamber’e gitti. Hediyelerin içerisinde Hz. Peygamber’den sonra halifelerin giydiği kürk de vardı. Büyük bir su kabı ve bir de asa vardı. Hz. Peygamber’in yanında bir müddet durdu, vahyi dinledi. Fakat İslâm’a girmedi. Sonra kavmine döndü. Geleceğim diye va’detmesine rağmen Hz. Peygamber’in ölümüne kadar gelemedi. Daha sonra piskopos Ebu’l-Hâris, beraberinde kavminin ileri gelenleri olduğu halde Hz. Peygamber’e geldiler ve onun huzurunda durdular. Allah’ın indirdiği vahyi dinliyorlardı. Hz. Peygamber bu piskoposa ve bundan sonra gelecek Necran piskoposlarına şu mektubu yazdı:

“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla!

Bu peygamber olan Muhammed’den Ebu’l-Hâris isimli Necranlı piskoposa, Necran’ın keşişlerine, kâhinlerine, ihvanlarına, ellerinin altında bulunan kişilere Allah’ın ve Rasûlü’nün teminâtıdır: Onların keşişlerinden, ruhbanlarından ve kâhinlerinden hiçbiri değiştirilmeyecektir. (Onlar kendi işlerini kendileri göreceklerdir). Haklarından bir hak değiştirilmeyeceği gibi, saltanatlarına da karışılmayacaktır. Ve bu saltanat üzerinde dayandıkları noktalara da dokunulmayacaktır. Onlar ıslah edip nasihatta bulundukları müddetçe Allah ve Rasûlü’nün teminâtı ebediyyen onlar için geçerlidir ki onlar ne bir zulme mâruz kalacaklardır ve ne de bir zâlime”[2]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] İbn Kesir, Tefsir I/369 (Beyhaki’den, o da hristiyanken müslüman olan Yunus b. Bükeyr, Seleme b. Abd-i Yesü’, o babasından, o da dedesinden rivayet etti).

[2] Bidaye V/55 (Bu mektubun şahidi Ebu Süfyan, Geylan b. Amr, Malik b. Avf, Akra’ b. Habis el-Hanzali ve Mugıre’dir. Mektubu Mugıre b. Şube yazmıştır)

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/126-130.

Hz. Peygamber’in Bekir b. Vâil’e Gönderdiği Mektubun Okunması

Ahmed, Mersed bin Zibyan’dan rivayet ediyor:

- Mersed b. Zibyan şöyle anlatıyor: Bize Hz. Peygamber’den bir mektup geldi. İçimizde onu okuyacak kimse yoktu. Sonunda Dabîa’dan bir kişi bularak onu okuttuk. Mektupta şöyle yazıyordu: ‘Allah’ın Rasûlü’nden Bekir b. Vâil’e! Müslüman olunuz, kurtulunuz...:[1]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Heysemi V/305 (Ahmed’den. Hadisin ricali sahihtir; hadisi Bezzar, Ebu Ya’la ve Tabarani Sağır’ınde rivayet ettiler. Bezzar ve Ebu Ya’la’nın ricali de sahihtir’ der).

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/130.

İsrailoğulları’nın Büyük Âlimlerinden Zeyd b. Su’ne’nln Müslüman Olması

- Zeyd b. Su’ne şöyle anlatıyor: Allah Teâlâ hidâyetimi dilediğinde ben şu iki alamet hâriç peygamberlik alametlerinin hepsini Muhammed’de buldum. Onların da Muhammed’de olup olmadığını daha tecrübe etmedim:

‘Halimliği cehâletini geçecektir. Ona karşı yapılan cehâletler onun halimliğini artıracaktır’ dedim. Bunları da şu olayda buldum: Hz. Peygamber birgün hanımlarının hücrelerinden çıktı. Beraberinde Ali b. Ebî Tâlib de vardı. O esnada devesinin sırtında bedevîye benzer bir kişi Hz. Peygamber’e yaklaşarak şöyle dedi:

‘Ey Allah’ın Rasûlü! Benim birkaç adamım vardır. Falan kabilenin falan köyündendirler. Müslüman oldular. Ben onlara

‘Eğer müslüman olursanız Allah size geniş rızık verecektir’ dedim. Fakat yağmur yağmadığı için şimdi onlar şiddet ve yokluk içinde kıvranıyorlar.

Ey Allah’ın Rasûlü, onlar bir ümit için İslâm’a girdiler; korkarım ki yine bir ümit için ondan çıkmış olacaklar. Eğer onlara yardım olarak birşey göndermeyi uygun görürsen onu götürelim’ dedi. Hz. Peygamber yanındakine baktı -zannedersem o Ali idi-. O,

‘Ey Allah’ın Rasûlü, elimizde ondan hiç bir şey kalmadı’ dedi. O esnada ben Hz. Peygamber’e yaklaştım ve şöyle dedim:

‘Ey Muhammed, falan kabilenin bostanındaki bazı hurmaları belli bir zamana kadar bana satabilir misin?’ Hz. Peygamber

‘Falan bahçenin belirli hurmaları şeklinde tayin edilmeksizin olabilir’ dedi. Ben de

‘Evet, öyle olsun’ dedim. Böylece falan bahçenin hurmaları şeklinde tayin yapmaksızın Hz. Peygamber benimle alışverişe girdi. Ben de kemerimi açtım, ona seksen miskal altın verdim. Karşılığında

‘Falan zamanda bana şu kadar hurma vereceksin’ diye şart koştum. Hz. Peygamber benden aldıklarını o kişiye verdi ve şöyle buyurdu:

‘Bunu adaletle onlara dağıt ve onları kurtar!’ Hurmalarımı almama iki-üç gün kala Hz. Peygamber dışarı çıkmıştı. Beraberinde Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali ile daha başka sahabeler de bulunuyordu. Bir cenazenin namazını kıldırdıktan sonra oturmak üzere duvara yaklaştı. Yanına vardım ve onun yakasına yapıştım. İç gömleğinin ve abasının yakasını tuttum. Ona çok sert baktım ve şöyle dedim:

‘Ey Muhammed! Niçin benim hakkımı vermiyorsun? Allah’a yemin ederim ki siz Abdulmuttalib oğullan ancak borcunuzu geciktirmekle tanınmışsınızdır. (Zeyd bunları Hz. Peygamber’i kızdırıp kızgınlığın onda ne tür bir etki yaptığını denemek için söylüyordu. Yoksa Hz. Peygamber’in borcunu geciktirmesi sözkonusu değildir.) Andolsun sizinle alışveriş yapanlar bunu bilirler’ dedim. O esnada Ömer’e baktım. Gözleri bir iğ şeklinde yuvalarında dönüp duruyordu. Sonra bana şöyle bir baktı ve dedi ki: ‘Ey Allah’ın düşmanı! Şu anda duyduklarımı sen Allah’ın Rasûlü’ne mi söylüyorsun? Bu gördüklerimi sen Rasûlullah’a mı yapıyorsun? Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin ederim ki eğer fevt olmasından korktuğum birşey olmasaydı bu kılıcımla kafana vururdum’. (Hz. Ömer’in fevt olmasından korktuğu şey Zeyd’in Hz. Peygamber’e imanı meselesidir). Hz. peygamber ise bana sükûnet içerisinde baktı ve ‘Ey Ömer, benimle Zeyd bundan başkasına daha muhtacız. Bana borcumu güzelce eda etmemi Zeyd’e de borcunu daha güzel bir şekilde tâkip etmesini tavsiye etmesi gerekirdi. Ya Ömer, Zeyd’i götür ve onun hakkını ver. Korktuğun şeyden dolayı da ona fazla olarak yirmi sa’ hurma daha ver!’ dedi.

Ömer beni götürdü, hakkımı verdi. Yirmi sa’ hurmayı da ilave etti. Ben ona bu fazlalığın ne olduğunu sordum. Ömer şöyle dedi: ‘Hz. Peygamber korktuğum şeyden dolayı bunu sana keffâret olarak vermemi istedi’. Ona

‘Ey Ömer, sen beni tanıyor musun?’ diye sordum. Ömer

‘Hayır!’ diye cevap verdi.

‘Ben Zeyd b. Su’ne’yim!’ dedim. Bunun üzerine Ömer,

‘Yahudilerin büyük âlimi olan Su’ne öyle mi?’ dedi.

‘Evet!’ dedim. Ömer

‘O halde bunları Allah’ın Rasûlü’ne niçin yaptın?’ dedi. Ona şöyle cevap verdim:

‘Ey Ömer, peygamberlik alametlerinin hepsini Muhammed’in yüzünde gördüm. Ancak şu iki alamet vardır ki onları Muhammed’de görememiştim: Halimliği cehâletini geçecektir. Ona karşı işlenen cehâletler ancak onun hilmini artıracaktır. İşte bu hadise ile onun ikisini de denemiş oldum. Ey Ömer, seni şahit kılıyorum ki ben Allah’ı Rabb, İslâm’ı din, Muhammed’i peygamber olarak kabul ediyorum. Ve yine seni şahit tutarım ki malımın yarısı -ki ben bütün yahudiler- den daha zenginim tüm müslümanlara sadaka olsun’ dedim. Ömer

‘Müslümanların tamamına değil bir kısmına de; çünkü sen hepsine mal yetiştiremezsin’ dedi. Ben de onun dediği gibi bir kısmı için sadaka olduğunu söyledim. Ömer’le birlikte Hz. Peygamber’in yanına döndük. Burada

‘Ben, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in de onun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet ederim’ dedim ve Hz. Peygamber’e iman ettim. Hz. Peygamber’i tasdik edip ona biatta bulundum’[1]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Heysemi VIII/240 (Tabarani, Abdullah b. Selam’dan “İbn Mace de bunun bir bölümünü rivayet etti’ der); İsabe I/566 (İbn Habban, Hakim ve Ebu’ş-Şeyh de Kitabu Ahlak’ın-Nebi kitabında). Delail s. 23; Ravi der ki:. “Zeyd b. Su’ne, Hz. Peygamber’le birlikte birçok savaşa katıldı ve Tebük’te şehit edildi. Kendisi önden değil arkadan vurulmuştu; yani yüzünü düşmana çevirmişti. Allah ona rahmet eylesin”

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/132-133.
Top