Savaş ve Barış
Savaş ve Barış
M.S. 626 yılının ilk aylarında Fatıma bir erkek çocuğu daha dünyaya getirdi. Peygamber (s.a.v.} el-Hasan ismini çok seviyordu. Bu nedenle Faüma´nın ikinci çocuğuna «küçük Hasan» yani «küçük güzel adam» anlamına gelen Hüseyin adını verdi. O sıralarda «fakirlerin annesi» diye tanınan yeni zevcesi Zeyneb hastalandı ve vefat etti. Vefat ettiğinde, Peygamber (s.a.v.)´le henüz sekiz aylık evli idi. Peygamber (s.a.v.) onun cenaze namazını kıldırdı ve onu Baki mezarlığında kızı Rukiye´nin mezarının yakınına gömdü. Bunu takip eden ay Peygamber (s.a.v.) -in kuzeni Ebu Seleme (r.) Uhud´da aldığı -önce çabuk iyileşen, fakat sonradan tekrar açılan- yara nedeniyle oldu. Peygamber fs.a.vJ, öldüğü sırada onun yanındaydı ve o son nefesini verirken dua ediyordu. Öldükten sonra gollerini de Peygamber (s.a.v.) kapattı.
Ebu Seleme (r.) ve Ümmü Seleme (r.) birbirine çok bağlı bir çiftti. Ümmü Seleme kocasına, ikisinden biri öldüğünde evlenmemek üzere anlaşma yapmalarını teklif etti. Fakat Ebu Seleme, eğer kendisi önce ölürse, karısının mutlaka evlenmesi gerektiğini söyledi ve şöyle dua etti «Allah´ım, Ümmü Seleme´ye benden sonra, benden daha iyi ve ona acı ve elem çektirmeyecek bir koca ver». Ebu Seleme´nin Ölümünden dört ay sonra Peygamber fs.a.v.) Ümmü Seleme´ye evlenme teklif etti. Ümmü Seleme kendisinin Peygamber (s.a.v.)´e uygun bir eş olmadığını öne sürdü. «Ben yaşlı bir kadınım» dedi «ve yetimlerin annesiyîm. Bunların yanısıra bir de benim kıskançlık huyum var. Ey Allah´ın Rasulü, senin birden fazla eşin var.» dedi. Peygamber ts.a.v.) şöyle cevap verdi: «Yaş konusunu ele alırsak ben senden yaşlıyım. Kıskançlığa gelince, Allah´a bu huyu senden alması için dua ederim. Çocuklarına ise Allah ve Rasulü göz kulak olacaktır». Böylece evlendiler ve Ümmü Seleme, sağlığında Zeyneb´in olan odaya yerleşti.
Ümmü Seleme (r.), yaşı ile ilgili söylediklerine rağmen henüz yirmidokuz yaşında genç bir kadındı. Ebu Seleme ile Habeşistan´a hicret ettiğinde sadece onsekiz yaşındaydı. Kıskançlığına gelince, Ümmü Seleme bu evlilikle imtihan edileceğinden haklı olarak korkuyordu. Bu korkuyu taşıyan sadece o değildi. Aişe, Hafsa ve Zeyneb´i zorluk çekmeden kabul etmişti. Fakat belki de kendi yaşı ilerlediği için -ondört yaşındaydı- bu kez durum farklıydı. Aişe, Ümmü Seleme´yi sık sık görürdü, Fatıma´nın düğün hazırlıklarını birlikte yapmışlardı. Fakat Aişe hiçbir zaman ona muhtemel bir rakip gözüyle bakmamıştı. Fakat şimdi, Medine´de herkes Peygamberin yeni evliliğinden ve gelinin güzelliğinden konuşuyordu. Aişe bunları duyduğunda sıkılmıştı. «Onun güzelliği ile ilgili şeyler bana anlatılınca çok üzülmüştüm» dedi. «Onu yakından görebilmek için gittim ve onun anlatmlandan kat kat daha güzel olduğunu gördüm. Bunu Hafsa´ya da anlattım. Hafsa: «Hayır, sen kıskandığın için böyle söylüyorsun o anlattıkları gibi değil» dedi. Daha sonra kendi gözüyle karar vermek için Ümmü Seleme´nin yanma gitti. Döndüğünde bana: «Onu kendi gözlerimle gördüm. Senin söylediğin kadar güzel değil, ama yine de güzel sayılır» dedi. Bunun üzerine tekrar onu görmeye gittim. Gerçekten de Hafsa´nın dediği gibiydi. Fakat ben yine de kıskanıyordum»[1].
Ebu Süfyan´ın Uhud´dan sonra teklif ettiği ve Peygamber (s.a.v.)´in de kabul ettiği Bedir´de yapılacak olan ikinci çarpışmanın zamanı yaklaşıyordu. Fakat o yıl kurak bir yıldı ve Ebu Süfyan, yolculukta atların ve develerin yiyebileceği yeşillikler olmadığının farkındaydı. Savaş boyunca gerekli olan yemi Mekke´den taşımaları gerekiyordu. Fakat Mekke´deki stokları da bitmek üzereydi. Ebu Süfyan kendi teklifinden geri dönme şerefsizliğini göstermek istemiyordu. Muhammed Cs.a.v.)´in bu anlaşmayı bozmasını bekliyordu. Fakat Yesrib´den savaşa hazırlanıldığı haberleri geliyordu. Kararını değiştirmesi için ona bazı şeyler öne sürülebilir miydi? Ebu Süfyan, Süheyl ve diğer birkaç Kureyş liderine danıştı. Birlikte bir plân yaptılar. Ga-tafan kabilesinin 3eni Aşça´ kolunun liderlerinden olan Nuaym, Süheyl´in arkadaşıydı ve o sırada Mekke´de idi. Ona güvenebileceklerini düşündüler. O, Kureyş´ten olmadığı için tarafsız ve objektif bir gözlemci ve tavsiyeci gibi görülebilirdi. Eğer müslümanları Bedir´deki karşılaşmadan vazgeçirmeyi başarırsa ona yirmi deve vereceklerini va-dettiler. Nuaym bu teklifi kabul etti ve vahaya doğru yola çıktı. Orada Ebu Süfyan´m Bedir´deki karşılaşma için çok büyük bir ordu kurduğu haberini yaydı. Her toplulukla ayrı ayn konuştu. Ensara, Muhacirlere, yahudilere ve münafıklara tehlikenin geldiğini söyledi ve alarm haberini şöyle bir tavsiyeyle bağladı: «Burada kaim, onlara karşı çıkmayın. Hiçbirinizin sağ olarak geri dönebileceğinizi zannetmem». Yahudiler ve münafıklar Mekke´lilerin ordu hazırlamasına sevindiler ve bu haberlerin Medine´de daha da yayılmasını sağladılar. Nuaym, müslümanlar üzerinde de etkili olmuştu. Çoğu Bedir´e gitmenin akıl kârı olmadığını düşünüyordu. Müslümanların bu tutumunu Peygamber Cs.a.v.) de haber aldı ve kendisiyle birlikte kimsenin gelmeyeceğinden endişe etmeye başladı. Fakat Ebu Bekir ve Ömer, her ne olursa olsun Kureyş´e verdiği sözden dönmemesi için onu uyardılar. «Allah dinini destekler» dediler, «Ve Allah Rasulüne güç verir». Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) : «Tek başıma bile olsam gideceğim" dedi.
Bu bir iki kelime Nuaym´ın develerinden olmasına ve tam başaracağım sandığı anda tüm çabalarının boşa gitmeşine neden oldu. Fakat kendisine rağmen görevinin, yanlış olduğunu farketmişti: Medine´de kendi deneyimlerinin ve etkisinin ötesinde birşeylerin yürürlükte olduğunu anlamış ve İslam´ın ilk tohumları kalbine yerleşmişti. Peygamber (s.a.v.) önceden kararlaştırdığı şekilde çok sayıda deve ve sürücüsü ile on da atlı adamı yanına alarak yola çıktı. Çoğu Bedir Panayırı´nda satmak üzere yanlarına ticari eşya almışlardı.
O sırada Ebu Süfyan Kureyşlilere şöyle diyordu: «Bir-iki günü yolda geçirelim, sonra geri dönelim. Eğer Muhammed (s.a.v.) ortaya çıkmazsa, bizim yola çıktığımızı ve tekrar geri döndüğümüzü duyacaktır. O sözünde durmamış ve sözünden dönme suçu ona ait olacaktır». Fakat Ebu Süf-yan´ın ümitlerinin tersine Peygamber (s.a.v.) ve arkadaşları gelmişler ve Bedir panayırında sekiz gün kalmışlardı. Panayıra katılan Araplar ise Kureyş´in sözünden döndüğü ve Peygamber (s.a.v.)´in sözünde durduğu haberini tüm Arabistan´a yaymışlardı. Müslümanların moral zaferinin arttığı ve kendilerinin Arapların gözünden düştüğü haberi Mekke´ye ulaştığında Safvan ve diğerleri, Bedir´de ikinci bjr karşılaşma için söz verdiği için Ebu Süfyan´ı azarladılar. Fakat bu başarısızlık onların bu yeni dini ve taraftarlarını ortadan kaldırmak için plânladıkları büyük savaş hazırlıklarını engellemedi.
Bedir´den döndükten sonra Medine´de bir ay boyunca barış dolu bir ortam yaşandı. Fakat bir ay kadar bir süre sonra bazı Gatafan kabilelerinin Yesrib´e saldırı hazırlıklarına giriştiği haberi ulaştı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) hemen dörtyüz kişilik bir ordu kurup Necd üzerine yürüdü. Ama onlar oraya ulaştıklarında düşman çoktan kaçmıştı. Bu sefer sırasında Peygamber (s.a.v.)´e «Korku namazı»nı nasıl kılacağını anlatan bir vahiy geldi. Bu âyetlerde savaş sırasında ordunun nasıl namaz kılacağı, düşmandan korku anında neler yapılacağı, nasıl bir grup namaz kılarken, diğer bir grubun gözcülük edeceği anlatılıyordu. (Nisa: 101-102).
Bu grupla birlikte yolculuk edenlerden biri de Abdullah´ın oğlu Cabir idi. Daha sonraki yıllarda, konak yerlerinden birinde meydana gelen bir olayı şöyle anlattı: «Biz Peygamber (s.a.v.)´in yanındayken ashabdan biri elinde yakaladığı bir kuşla geldi. O sırada yavru kuşun annesi kendisini o adamın ellerine attı. İnsanların yüzü şaşkınlıkla dolmuştu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi: «Bu kuşa mı hayret ediyorsunuz? Onun yavrusunu aldınız, o da merhametinden kendisini sizin ellerinize yavrusunun yanına attı. Allah´a yemin ederim ki Rabbiniz size karşı bu kuşun yavrusuna gösterdiği merhametten daha fazla merhamet eder»3. Daha sonra adama yavru kuşu aldığı yere koymasını emretti».
Peygamber (s.a.v.), bir keresinde de şöyle demiştir: -Allah´ın yüz rahmeti vardır. Bunlardan birini insanlar, cinler, sığırlar ve diğer hayvanlara indirmiştir. Bu şekilde, bu yaratıklar birbirlerine karşı merhamet beslerler ve vahşi yaratıklar, yavrusuna karşı merhametli olmaya yönelir. Geri kalan doksandokuz merhameti de. Allah kendisine ayırmıştır. Bununla Hesap Günü kullarına merhamet eder»[2]
Cabir (r.) Medine´ye dönerken Peygamber (s.a.v.)´le birlikte birkaç kişinin geriden takip ettiği ve diğer grupların çok önlerde yol aldığı haberini de vermiştir. Cabir´in devesi yaşlı ve zayıf olduğu için çoğunluğu oluşturan ilk gruba ayak uyduramamış ve geri kalmıştı. Peygamber (s.a.v.) ona rastlayınca neden bu kadar geride kaldığını sordu. O; «Ey Allah´ın Rasulü,» dedi, «bu deve bundan hızlı gidemiyor». Peygamber (s.a.v.): «Deveni çöktür» dedi, kendi devesini de çöktürdü. Cabir (r.) bundan sonrasını şöyle anlatıyor: «Şu sopayı bana ver dedi, ben de verdim. Peygamber (s.a.v.) elindeki sopayla bir iki kez ona vurdu. Daha sonra deveme binmemi istedi ve yolumuza devam ettik. Rasulünü Hak´la gönderene yemin olsun ki benim devem onunkini geçti.»
«Yol boyunca Rasulullah (s.a.v.)´la sohbet ettik. O bana: «Deveni bana satar mısın?» dedi. Ben «Onu sana hibe ederim» dedim. O: «Hayır, onu bana sat dedi.» Cabir onun sesinin tonundan pazarlık yapmak istediğini anladı. «Ona bir fiyat vermesini söyledim» dedi Cabir, Bana: «Ona bir dirhem veririm» dedi. Ben «Bu çok az» dedim. O: «Peki iki dirhem olsun» dedi. Fakat ben yine «Hayır» dedim. O da fiyatı kırk dirheme yani bir Dirim (guncel altına ulaşıncaya kadar yükseltti. Bu fiyata razı oldum. Bana. «Sen hiç evlendin mi, Cabir?» diye sordu. Ben de evlendiğimi söyledim. O: «Daha önceden evlenmiş biriyle mi yoksa bir bakireyle mi?» diye sordu. Ben: «Daha önce evlenmiş biriyle» deyince: «Neden bir kızla evlenmedin? Sen onunla oynardın, o da seninle oynardı» dedi. «Ey Allah´ın Rasulü» dedim, «ba*bam Uhud´da öldü, geride kalan yedi kız kardeşimi bana emanet etti. Bu nedenle onlara bakacak, saçlarını tarayacak ve onlara annelik edecek bir kadınla evlendim Bana iyi bir seçim yaptığımı söyledi. Daha sonra bana, Medine´den üç mil uzaktaki Şirar´a ulaştıklarında develeri orada kurban edeceğinden, günü orada geçireceğimizden ve karımın bizim eve dönüş haberimizi aldığında minderlerin tozunu silkmeye girişeceğinden bahsetti. «Bizim hiç minderimiz yok» dedim. O: «Olacak, eve döndüğünde yapılması gerekenleri yap» dedi.»
«Döndüğümüz günden sonraki ilk sabah devemi aldım ve Peygamber (s.a.v.)´in kapısı önüne çöktürdüm. Peygamber (s.a.v.) bana deveyi oraya bırakıp, mescid´de iki rekat namaz kılmamı söyledi. Ben de onun dediğini yaptım. Daha sonra Hz. Bilâl´e bana bir birim (ounce) altın vermesini emretti. Bilâl (r.), terazisinin tarttığından biraz daha fazlasını verdi. Altını aldım ve gitmek üzere geri döndüm. Fakat Peygamber (s.a.v.) beni geri çağırdı. «Deveni al» dedi, «O senindir, onun için sana ödenen para da senindir.»[3].
Bu aylardan birinde Farisî Selman, danışmak ve yardım dilemek üzere Peygamber (s.a.v.)´e geldi. Beni Ku-rayza Yahudilerinden olan sahibi onu Medine´nin güneyindeki arazisinde o kadar sıkı çalışmaya zorluyordu ki, Selman´ın Müslüman cemaatle yakm bir ilişkiye girmesi mümkün olmuyordu. O, ne Uhud´da, ne Bedir´de, ne de son dört yılda Peygamber (s.a.vj ´in çeşitli aralıklarla yaptığı seferlerin hiç birinde bulunamamıştı. Bu durumundan kurtulmasına bir çare yok muydu? Sahibine, özgürlüğüne kavuşmasının kendisine kaça mal olacağını sormuştu. Fakat sahibinin Öne sürdüğü fiyat çok yüksekti, özgür -lügüne kavuşabilmesi için, ona kırk birim tounce) altın vermesi ve üçyüz hurma ağacı dikmesi gerekiyordu. Peygamber ts.a.v.) ona, sahibiyle, altınları ve hurma ağaçlarını vereceğini, buna karşılık kendisinin özgür olacağım belirten bir anlaşma metni yazmalarını söyledi. Daha sonra arkadaşlarını çağırdı ve onlardan hurma ağaçlarının dikiminde Selman´a yardım etmelerini istedi. Biri otuz, biri yirmi hurma fidanı verdi. Derken fidanların sayısı üçyüze tamamlandı. Peygamber (s.a.v.) : «Selman, git ve çukurları aç. Daha sonra beni çağır, ağaçları elimle ben dikeceğim» dedi. Ashab da Selman´a araziyi hazırlamada yardım ettiler. Üçyüz hurmanın hepsini Peygamber (s.a.v.) kendi eliyle dikti. Ağaçların hepsi kök saldı ve gelişti.
Fiyatın geri kalanını ödemek üzere, Peygamber (s.a.v.) kendisine maden ocaklarından biri tarafından verilen kuş yumurtası büyüklüğündeki altın parçasını Selman´a verdi. Selman bunun özgürlüğünü satın almaya yetmeyeceğini düşünerek: «Bu, benim ödemem gerekenin ne kadarını karşılar acaba? dedi. Peygamber (s.a.v.} altını ondan aldı ve ağzına koyup dilinin etrafında çevirdi. Sonra Selman´a uzattı ve; «Bunu al, fiyatın tümünü bununla öde» dedi. Selman, kırk birim (ounce) altına denk gelen bu altını verdi ve özgürlüğüne kavuştu.[4]
Medine´de bir ay daha barış yaşandı. Bir aydan sonra Peyagamber (s.a.v.) bin kişilik bir orduyla, Suriye sınırındaki Dumat el-Candal vadisine doğru beşyüz millik bir sefer yaptı. Çoğu Beni Kelb kabilesinden olan çapulcuların buralarda karışıklıklar çıkardığı haberi gelmişti. Çapulcular birçok kez Medine´ye gitmekte olan kervanlardan un ve yağ stoklarına el koymuşlardı. Onların Kureys´le bir anlaşmaya girmiş olma ihtimali de vardı. Eğer Kureyş bir gün İslâm´ı tamamen ortadan kaldırmak için saldırıya geçerse, bunlar da kuzeyden onlara destek olabilirlerdi. Peygamber (s.a.v.) ve arkadaşları sürekli böyle bir güne hazırlanıyorlardı. Her ne kadar bu seferin sonuçları çapulcuları bastırıp onların sürülerini ve mallarını ganimet olarak almak gibi görünüyorsa da, bu yürüyüş, kuzeydeki kabilelerin Arabistan´da gelişen bu yeni gücü farketmele-rini de sağlamıştı. Eskiden uzun yıllar süren iç savaşlar Medine´yi dış saldırıya açık hale getiriyordu. Fakat içerideki bı uyuşmazlık yerini büyük ve şaşırtıcı bir hızla yayılan bir ahenk ve uyuşmaya bırakmıştı. Bu ahengi daha korkulacak hale getiren de Medine´lilerin en kesin savunma aracının saldın olduğunu anlamaları ve buna göre davranmalarıydı.
Dışarıdan görünan buydu. Fakat yakından topluluğu gözleyenler bu gücün göründüğünden de büyük olduğunu görebiliyorlardı. Çünkü bu güç, bir mucize olan bir birliğe dayanıyordu. Vahy´de şöyle deniyordu:
«Sen, yeryüzündekiîerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini uzakşttramazdın. Ama, Allah onların aralarını uzlaştırdı.» (Etfal: 63).
Bu birliğin gerçekleşmesini sağlayan en büyük etken de Peygamber (s.a.v.) ´in varlığıydı. Onun varlığının cazibesi Allah tarafından o denli arttırılmıştı ki iyi niyetli hiçbir kimse ona karşı koyamazdı. «Ben size, oğlunuzdan, babanızdan ve diğer insanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş olamazsınız*. Fakat cümle, Peygamber (s.a.v.)´in isteğini belirtmekten çok, zaten var olan ve: «Anam, babam sana feda olsun» deyimiyle ifade edilen sevginin tasdiklenmesiydi.
Barış zamanları Peygamber (s.a.v.) için dinlenme zamanlan değildi. O, günün üçte birinin ibadet, üçte birinin İş ve üçte birinin de aileyle ilgilenerejt geçirilmesinin ideal olduğunu söylemişti. Son olarak belirtilen zamanın içine yemek ve uyku da dahildi. İbadete gelince çoğunlukla geceleri yapılıyordu. Akşam ve sabah namazlarının yanısıra, bu namazlardan sonra nafile namazlarda kılıyorlardı. Aynı zamanda Kur´an´da uzun uzun Kur´an okunulması söyleniyor, Peygamber (s.a.v.) de Ashaba birçok dualar öğretiyordu. Uzun gece namazları vahyin ilk indiği günlerden itibaren, âdet olmuştu. Fakat bu âyetlerin indiği topluluk, seçilmiş bir topluluktu. Medine´de de seçilmiş bir mü´minler topluluğu vardı. Ancak son yıllarda İslâm´ın hızla yayılmasıyla bu seçilmiş topluluk azınlık haline gelmişti. Uzun süre namaz kılma zorunluluğunu azaltmak için bir âyette gruba:
«Seninle birlikte olanlar» diye değiniliyordu: «Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte barinde (namaz için) kalktığını bilmektedir; seninle birlikte anardan bir topluluğun da (böyle yaptığım bitmektedir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir etmektedir. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi böylece de tevbenizi (O´na dönüşünüzü) kabul etti. Şu halde Kur´-an´dan kolay geleni okuyun (Müzemmİt: 20).
Bununla birlikte Asbab gecenin çoğunda namaz kılmaya devam ettiler. Peygamber fs.a.v.) gecenin en hayırlı bölümünün son üçte biri olduğunu söylemişti: *Her gece gecenin son üçte biri gelmeden Rabbimiz -Teala- en alt semaya tecelli eder ve şöyle der «Beni çağıran kim, ki ona
M. I 16
cevap vereyim?»[5]. Bu sıralarda mü´minleri tanımlayan şu âyetler de nazil oldu.
«Onların yanları (gece namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve ümitle dua ederler ve kendilerine fi* zıh olarak verdiklerimizden İnjak ederler. Artık hiçbir nefis, yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, kendileri için gözler aydınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin) saklandığım bilmez». (Secde: 16-17).
Günün eşit parçalarım oluşturması gereken ibadet, çalışma ve aileyle ilgilenme vakitleri ancak yaklaşık ola rak eşitlenebiliyordu. Aileyle ilgilenmeye gelince, Peygamber (s.a.v.) ´in kendi evi yoktu ve her akşam sırası gelen eşinin evine gider ve orası onun yirmidört saatlik evi olurdu.Gün boyunca kızları veya halası Safiye onu ziyaret eder veya O, onları ziyaret ederdi. Fatıma çoğunlukla iki oğlunu ona göstermek için getirirdi. Hasan yaklaşık olarak birb´uçuk. yaşında, Hüseyin ise sekiz aylıktı ve henüz yürümeye başlıyordu. Peygamber (s.a.v.) çoğunlukla annesi Zeyneb´in yanından ayrılmayan torunu Ümame´yi de severdi. Birkaç kez P*eygamber (s.a.v.) onu mescide getirmişti. Namaz sırasında ayakta durduğu zamanlar omuzun-da taşımış, rükû ve secde sırasında yanına oturtmuştu. Ayağa kalktığında, tekrar omuzuna bindirmiş ve namazı bu şekilde kıldırmıştı[6]. Peygamber (s.a.v.)´in çok sevdiği çocuklardan biri de Zeyd ve Ümmü Eymen´in oğulları Üsame idi. Peygamber (s.a.v.) onu hem kendisine değer verdiği, hem de anne ve babasına sevdiği için seviyordu. Üsame, evin bir torunu olarak çoğunlukla evin İçinde veya kapısının önünde vakit geçirirdi.
Çoğu öğleden sonraları Peygamber (s.a.v.) Mekke´de olduğu gibi Ebu Bekir´i ziyaret ederdi. Çoğu zaman aile meseleleri ve iş konuşmaları birbirinin aynı oluyordu. Çünkû .´pey"gamber (s.a.v.) devlet meselelerini kayınpederi Ebu Be*-, oğlu Zeyd ve damatları Ali ve Osman´a sormayı tercih ederdi. Fakat iş sanki Peygamber (s.a.v.)´in tüm zamanını alacak kadar fazla idi. Çünkü tüm Medine´de, bir problemi çözmede, bir anlaşmazlığı ortadan kaldırmada hiçbir söz onunkisi kadar etkili değildi. Hatta, ihtiyaçları olduğunda kendisine inanmayan bazıları da ondan yardım istiyordu. Yahudilerle müslümanlar arasında da sık sık anlaşmazlıklar meydana geliyordu. Çoğunlukla da zulme uğrayan davacı oluyordu, örneğin, Ensardan biri, yahudinin birinin ettiği yemini duyduğunda onu pataklamış ti. Müslüman : «Sen Peygamber (s.a.v.) aramızda iken nasıl ´Musa´yı bütün âlemlerin üstüne seçkin kılana andolsun1 dersin?» demişti. Yahudi Peygamber´e şikâyet etmiş, o da sinirlenerek müslümanı azarlamıştı. Kur´an´da Musa hakkında şöyle deniyordu: CAllah) : «Ey Musa, dedi. Sana verdiğim ri-saletimle ve seninle konuşmamla seni insanlar üzerinde seçkin kıldım!» (A´raf: 144). «Gerçek şu ki, Allah, Adem´i, Nuh´u, ibrahim ailesini ve îmran ailesini alemler üzerine seçti.* (Âl-i Îmran: 33). Adamın asıl düşüncesini anlayan Peygamber (s.a.v.) : «Benim Musa´dan daha iyi olduğumu söyleme»[7], diye ekledi. Başka bir yanlışlığa dikkati çekerek de: «Hiçbiriniz benim Yunustan daha iyi olduğumu söylemesin»[8] demiştir. Vahiy zaten onlara îslâm akidesini tanımlarken şöyle diyordu: «Onun peygamberleri arasında hiçbirini (diğerinden) ayirdetmeyiz». (Bakara: 285).
Hem içteki ahengi sağlamak, hem de Arabistan´daki ve daha ötelerdeki uluslarla ilişkileri düzene sokmak gibi toplumun genel ihtiyaçlarının yanısıra Peygamber (s.a.v.) mü´minlerin tamamen kişisel olan sorunlarını çözmede de onlara yardım etmek durumundaydı. Bu kişisel sorunlar bazen Selman´mki gibi tamamen maddî, bazen de Temim kabilesinden Hanzala´nınki gibi ruhsal oluyordu. Hanzala ilk Önce durumunu Ebu Bekir´e açmış, fakat Ebu Bekir bu soruna daha yetkili birinin, yani Peygamber (s.a,v.)´in çözüm getirebileceğini hissetmişti. Adamın yüzü. acıyla doluydu. Peygamber Cs.a.v.) sorunun ne olduğunu sorduğunda : «Ey Allah´ın Rasulü, Hanzala iki yüzlü bir adam» dedi. Peygamber Cs.a.v.), bununla neyi kasdettiğini sorduğunda şöyle dedi: «Ey Allah´ın Rasulü, biz senin yanında iken sen bize cennet ve cehennemi anlatıyorsun. Biz de onları görür gibi oluyoruz. Fakat senden ayrıldığımız zaman hanımlarımız, çocuklarımız ve mallarımız bizi kendilerine çekiyor ve biz senin söylediklerini unutuyoruz». Peygamber (s.a.v.)´in cevabı, bu ideallere ulaşmak için gösterilen çabanın, günlük hayatın normal akışını durdurmaksızm sürmesi gerektiğini vurguluyordu: «Nefsimi kudret elinde tutana andolsun ki,» dedi, «eğer siz sürekli benim yanımda iken veya Allah´ı hatırladığınız zaman içinde bulunduğunuz hal üzere olsaydınız, şüphesiz melekler sizinle musa-hafa ederler ve sizi evlerinizde ziyaret ederlerdi.»[9].
Peygamber Cs.a.v.)´e yüklenen bu tür sorunlar kaçınılmazdı. Fakat onun başka yönlerden korunması gerekiyordu, îşte bu koruma, onun ayrıcalıklı konumunu vurgulayan beklenmedik bir olayla ilgili olarak ortaya çıktı. Peygamber (s.a.v.), birgün Zeyd (r.)´e bir şey sormak için evine gitmişti. Kapıyı Zeyneb (r.) açtı ve kapının önünde durarak Zeyd´in evde olmadığını söyledi, fakat yine de içeri girmesi için onu davet etti. Bir anlık bakışma, iki kuzen arasında sürekli varolan sevginin ikisi tarafından da far-kına varılmasına yol açtı. Peygamber (s.a.v.) Zeyneb Cr.)*in kendisini sevdiğini, kendisinin de Zeyneb (r.)´i sevdiğini ve bunu Zeyneb´in de bildiğini biliyordu. Fakat bunun ne anlamı olabilirdi? Duygularının şiddetine şaşjrarak Peygamber (s.a.v.), onun teklifini reddetti. Zeyneb onun uzaklaşırken şöyle dua ettiğini duydu: «Hamd Allah Teala´-yadır! Hamd insanların kalbini düzenleyen ve idare eden Allah´adır!» Zeyd (r.) eve döndüğünde Zeyneb ona Pey. gamber (s.a.v.)´İn ziyaretini ve giderken okuduğu duayı anlattı. Zeyd, hemen Peygamber (s.a.v.)´e gitti ve şöyle dedi : «Evime geldiğini duydum. Bana annemden ve babamdan daha yakın olduğun halde neden içeri girmedin? Yoksa Zeyneb mi hoşuna gitti? Eğer öyle ise onu boşayayım.» Peygamber (s.a.v.) ısrar ederek: «Karını tut ve Allah´tan kork.» dedi. O bir keresinde: «Mubah olan şeyler içinde Allah´ın en sevmediği şey boşanmadır»[10] demişti. Zeyd, ertesi gün tekrar aynı teklifle geldiğinde Peygamber (s.a.v.) ona yine aynı şeyi söylemişti. Fakat Zeyd´le Zeyneb´in evliliği mutlu bir evlilik değildi ve Zeyd artık buna dayanamıyordu. Bu nedenle karısı ile anlaştı ve Zeyneb (r.)´i boşadı. Yine de bu boşanma Zeyneb´i Peygamber (s.a.v.) için uygun bir eş kılmıyordu. Çünkü Kur´an «kendi sulblerin-den çıkan» oğullarının hanımlarıyla evlenmeyi yasaklıyordu. Ve biyolojik olarak kendinin olan bir çocukla, evlât edinilen bir çocuğu ayrı tutmama uzun zamandan beri devam eden bir gelenekti. Peygamber fs.a.v.} ´in durumu da evlenmeye müsait değildi. Çünkü İslam´ın müsaade ettiği sayıda -en fazla dört- eşi vardı.
Bu olaydan sonra bir kaç ay geçti. Peygamber (s.a.v.) hanımlarından biri ile konuşurken vahy geldi. Peygamber (s,a.v.) kendisine geldiğinde ilk sözü şunlar oldu: «Kim gidip Zeyneb´e müjde verecek ve Allah´ın onu gökte benimle evlendirdiğini haber verecek?» Uzun sûreden beri kendisini aileden sayan Safiye´nin hizmetçisi Selma oradaydı. Bu sözleri duyunca hemen Zeyneb´in evine gitti. Zeyneb bu sevinçli haberi duyunca Allah´a hamd etti ve hemen Ka´be´ye doğru secdeye kapandı. Daha sonra bilekliklerini, bileziklerini ve gümüş kolyelerini toplayıp Sel-ma´ya verdi. Zeyneb (r.), artık genç değildi, hemen hemen kırk yaşına gelmişti. Fakat yine de dikkat çekici güzelliğini koruyordu. Bunun yanısıra O zahid bir kadındı. Uzun gece namazları kılar, nafile oruç tutar ve cömertçe fakirlere dağıtırdı. Dericilikten anladığı için ayakkabı ve çeşitli eşyalar yapar ve bunlardan kazandığa parayı sadaka olarak harcardı. Bu kez onun için bir düğün merasimine gerek yoktu. Çünkü inen vahiy nikâhın akdedildiğini belirtiyordu; «Biz onu seninle evlendirmiş olduk.» (Azhab: 37). Yapılması gereken şey, sadece gelini damadın evine götürmekti ve bu da geciktirilmeden yapıldı.
Âyetler, gelecekte artık evlâd edinilenlerin, kendi babalarının adıyla anılmaları gerektiğini de vurguluyordu. O günden itibaren, otuzbeş yıldan beri Zeyd İbn Muhammed diye anılan Zeyd, Zeyd îbn Harise diye anılmaya başlandı. Fakat bu onun evlâd edinilmesi olayını yürürlükten kaldırmıyordu. Biri elli, diğeri altmışına yaklaşmış olan evlât edinen ve edinilen arasındaki samimiyet ve sevgi de bundan bir zarar görmüyordu. Bu sadece, aralarında kan bağı olmadığını hatırlatmadan ibaretti. Bu anlamda âyetler şöyle devam ediyordu:
«Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir, ancak O, Allah´ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur.» (Ah-zab: 40).
Diğer âyetler de, Peygamber (s.a.v.) ve onu Lakıp edenler arasındaki büyük ayırımı vurguluyordu. Onlar, Peygamber (s.a.v.) ´e birbirlerine hitap ettikleri gibi hitap edemezlerdi. Allah´ın ona dörtten fazla hanımla evlenme izni vermesi sadece ona mahsustu, toplumun geri kalanı bu izne dahil değildi. Bunun yamsıra onun eşlerine «mü´minlerin anneleri» adı verilmiş ve onlara öyle yüksek bir statü verilmişti ki. Peygamber (s.a.v.)´den sonra onların başkalarıyla evlenmesi yasaklanmıştı. Mü´minlerden biri onlara birşey sormak istediği zaman; bir perde arkasından sormalıydı. Ayette şu da belirtiliyordu:
«Ey İman edenler, peygamberin evlerine yemek için izin verilmeden ve vaktine de bakmakstztn girmeyin; ancak çağmltrsantz artık girin; yemeği yediğinizde de dağıhverin. Söz ve sohbet için de (evlerine) girmeyin. Gerçekte bu, Peygamber´e eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır; oysa Allah, hak(kt açtklamakjtan utanmaz» (Ahzab: 53).
Ashab, Peygamber (s.a.v.)´i çok sevdiği ve mümkün olduğu kadar uzun süre onun yanında kalmak istediği için, onlara bu tür engeller konulması gerekliydi. Onunla birlikte olanlar, ondan ayrılmak istemezlerdi. Onlar kaldıklarında -ise kimse onları suçlamazdı. Çünkü Peygamber Cs.a.v.) biriyle konuştuğu zaman ona öyle dikkat eder ve ilgisini onda öyle yoğunlastırır ki, karşısındaki, diğerlerine verilmeyen bazı ayrıcalıklarının kendisine verildiğini zannedebilirdi. O, birinin elini tutsa, hiçbir zaman ilk bırakan o oimazdı. Fakat Peygamber fs.a.v.)´i korumakla birlikte vahiy, literatüre yeni bir unsur ilâve ediyordu. Bu şekilde arkadaşları ona besledikleri sevgiyi, onun yanında olmadıkları zamanlarda da ifade edebileceklerdi.
«Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat etmektedirler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyette ona selâm verin.» (Ahzab: 56).
Bundan kısa bir süre sonra Peygamber şunu da haber verdi: *Bana bir melek geldi ve şöyle dedi: «Sana bir kere salat eden kimse yoktur ki Allah ona on kez salat etmesin»[11].
--------------------------------------------------------------------------------
[1] IS V III, G6.
[2] W.M XLIX. 4
[3] I. I. 6644.
[4] I. I. 141-2.
[5] B. XIX.
[6] I. S, VIII. 26.
[7] BLXV. (Alraf Suresi)
[8] R I3CS?. (Saffat Suresi)
[9] M. XLIX, 2
[10] A, D. XIII, 3
[11] D. XX, 58.
Ebu Seleme (r.) ve Ümmü Seleme (r.) birbirine çok bağlı bir çiftti. Ümmü Seleme kocasına, ikisinden biri öldüğünde evlenmemek üzere anlaşma yapmalarını teklif etti. Fakat Ebu Seleme, eğer kendisi önce ölürse, karısının mutlaka evlenmesi gerektiğini söyledi ve şöyle dua etti «Allah´ım, Ümmü Seleme´ye benden sonra, benden daha iyi ve ona acı ve elem çektirmeyecek bir koca ver». Ebu Seleme´nin Ölümünden dört ay sonra Peygamber fs.a.v.) Ümmü Seleme´ye evlenme teklif etti. Ümmü Seleme kendisinin Peygamber (s.a.v.)´e uygun bir eş olmadığını öne sürdü. «Ben yaşlı bir kadınım» dedi «ve yetimlerin annesiyîm. Bunların yanısıra bir de benim kıskançlık huyum var. Ey Allah´ın Rasulü, senin birden fazla eşin var.» dedi. Peygamber ts.a.v.) şöyle cevap verdi: «Yaş konusunu ele alırsak ben senden yaşlıyım. Kıskançlığa gelince, Allah´a bu huyu senden alması için dua ederim. Çocuklarına ise Allah ve Rasulü göz kulak olacaktır». Böylece evlendiler ve Ümmü Seleme, sağlığında Zeyneb´in olan odaya yerleşti.
Ümmü Seleme (r.), yaşı ile ilgili söylediklerine rağmen henüz yirmidokuz yaşında genç bir kadındı. Ebu Seleme ile Habeşistan´a hicret ettiğinde sadece onsekiz yaşındaydı. Kıskançlığına gelince, Ümmü Seleme bu evlilikle imtihan edileceğinden haklı olarak korkuyordu. Bu korkuyu taşıyan sadece o değildi. Aişe, Hafsa ve Zeyneb´i zorluk çekmeden kabul etmişti. Fakat belki de kendi yaşı ilerlediği için -ondört yaşındaydı- bu kez durum farklıydı. Aişe, Ümmü Seleme´yi sık sık görürdü, Fatıma´nın düğün hazırlıklarını birlikte yapmışlardı. Fakat Aişe hiçbir zaman ona muhtemel bir rakip gözüyle bakmamıştı. Fakat şimdi, Medine´de herkes Peygamberin yeni evliliğinden ve gelinin güzelliğinden konuşuyordu. Aişe bunları duyduğunda sıkılmıştı. «Onun güzelliği ile ilgili şeyler bana anlatılınca çok üzülmüştüm» dedi. «Onu yakından görebilmek için gittim ve onun anlatmlandan kat kat daha güzel olduğunu gördüm. Bunu Hafsa´ya da anlattım. Hafsa: «Hayır, sen kıskandığın için böyle söylüyorsun o anlattıkları gibi değil» dedi. Daha sonra kendi gözüyle karar vermek için Ümmü Seleme´nin yanma gitti. Döndüğünde bana: «Onu kendi gözlerimle gördüm. Senin söylediğin kadar güzel değil, ama yine de güzel sayılır» dedi. Bunun üzerine tekrar onu görmeye gittim. Gerçekten de Hafsa´nın dediği gibiydi. Fakat ben yine de kıskanıyordum»[1].
Ebu Süfyan´ın Uhud´dan sonra teklif ettiği ve Peygamber (s.a.v.)´in de kabul ettiği Bedir´de yapılacak olan ikinci çarpışmanın zamanı yaklaşıyordu. Fakat o yıl kurak bir yıldı ve Ebu Süfyan, yolculukta atların ve develerin yiyebileceği yeşillikler olmadığının farkındaydı. Savaş boyunca gerekli olan yemi Mekke´den taşımaları gerekiyordu. Fakat Mekke´deki stokları da bitmek üzereydi. Ebu Süfyan kendi teklifinden geri dönme şerefsizliğini göstermek istemiyordu. Muhammed Cs.a.v.)´in bu anlaşmayı bozmasını bekliyordu. Fakat Yesrib´den savaşa hazırlanıldığı haberleri geliyordu. Kararını değiştirmesi için ona bazı şeyler öne sürülebilir miydi? Ebu Süfyan, Süheyl ve diğer birkaç Kureyş liderine danıştı. Birlikte bir plân yaptılar. Ga-tafan kabilesinin 3eni Aşça´ kolunun liderlerinden olan Nuaym, Süheyl´in arkadaşıydı ve o sırada Mekke´de idi. Ona güvenebileceklerini düşündüler. O, Kureyş´ten olmadığı için tarafsız ve objektif bir gözlemci ve tavsiyeci gibi görülebilirdi. Eğer müslümanları Bedir´deki karşılaşmadan vazgeçirmeyi başarırsa ona yirmi deve vereceklerini va-dettiler. Nuaym bu teklifi kabul etti ve vahaya doğru yola çıktı. Orada Ebu Süfyan´m Bedir´deki karşılaşma için çok büyük bir ordu kurduğu haberini yaydı. Her toplulukla ayrı ayn konuştu. Ensara, Muhacirlere, yahudilere ve münafıklara tehlikenin geldiğini söyledi ve alarm haberini şöyle bir tavsiyeyle bağladı: «Burada kaim, onlara karşı çıkmayın. Hiçbirinizin sağ olarak geri dönebileceğinizi zannetmem». Yahudiler ve münafıklar Mekke´lilerin ordu hazırlamasına sevindiler ve bu haberlerin Medine´de daha da yayılmasını sağladılar. Nuaym, müslümanlar üzerinde de etkili olmuştu. Çoğu Bedir´e gitmenin akıl kârı olmadığını düşünüyordu. Müslümanların bu tutumunu Peygamber Cs.a.v.) de haber aldı ve kendisiyle birlikte kimsenin gelmeyeceğinden endişe etmeye başladı. Fakat Ebu Bekir ve Ömer, her ne olursa olsun Kureyş´e verdiği sözden dönmemesi için onu uyardılar. «Allah dinini destekler» dediler, «Ve Allah Rasulüne güç verir». Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) : «Tek başıma bile olsam gideceğim" dedi.
Bu bir iki kelime Nuaym´ın develerinden olmasına ve tam başaracağım sandığı anda tüm çabalarının boşa gitmeşine neden oldu. Fakat kendisine rağmen görevinin, yanlış olduğunu farketmişti: Medine´de kendi deneyimlerinin ve etkisinin ötesinde birşeylerin yürürlükte olduğunu anlamış ve İslam´ın ilk tohumları kalbine yerleşmişti. Peygamber (s.a.v.) önceden kararlaştırdığı şekilde çok sayıda deve ve sürücüsü ile on da atlı adamı yanına alarak yola çıktı. Çoğu Bedir Panayırı´nda satmak üzere yanlarına ticari eşya almışlardı.
O sırada Ebu Süfyan Kureyşlilere şöyle diyordu: «Bir-iki günü yolda geçirelim, sonra geri dönelim. Eğer Muhammed (s.a.v.) ortaya çıkmazsa, bizim yola çıktığımızı ve tekrar geri döndüğümüzü duyacaktır. O sözünde durmamış ve sözünden dönme suçu ona ait olacaktır». Fakat Ebu Süf-yan´ın ümitlerinin tersine Peygamber (s.a.v.) ve arkadaşları gelmişler ve Bedir panayırında sekiz gün kalmışlardı. Panayıra katılan Araplar ise Kureyş´in sözünden döndüğü ve Peygamber (s.a.v.)´in sözünde durduğu haberini tüm Arabistan´a yaymışlardı. Müslümanların moral zaferinin arttığı ve kendilerinin Arapların gözünden düştüğü haberi Mekke´ye ulaştığında Safvan ve diğerleri, Bedir´de ikinci bjr karşılaşma için söz verdiği için Ebu Süfyan´ı azarladılar. Fakat bu başarısızlık onların bu yeni dini ve taraftarlarını ortadan kaldırmak için plânladıkları büyük savaş hazırlıklarını engellemedi.
Bedir´den döndükten sonra Medine´de bir ay boyunca barış dolu bir ortam yaşandı. Fakat bir ay kadar bir süre sonra bazı Gatafan kabilelerinin Yesrib´e saldırı hazırlıklarına giriştiği haberi ulaştı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) hemen dörtyüz kişilik bir ordu kurup Necd üzerine yürüdü. Ama onlar oraya ulaştıklarında düşman çoktan kaçmıştı. Bu sefer sırasında Peygamber (s.a.v.)´e «Korku namazı»nı nasıl kılacağını anlatan bir vahiy geldi. Bu âyetlerde savaş sırasında ordunun nasıl namaz kılacağı, düşmandan korku anında neler yapılacağı, nasıl bir grup namaz kılarken, diğer bir grubun gözcülük edeceği anlatılıyordu. (Nisa: 101-102).
Bu grupla birlikte yolculuk edenlerden biri de Abdullah´ın oğlu Cabir idi. Daha sonraki yıllarda, konak yerlerinden birinde meydana gelen bir olayı şöyle anlattı: «Biz Peygamber (s.a.v.)´in yanındayken ashabdan biri elinde yakaladığı bir kuşla geldi. O sırada yavru kuşun annesi kendisini o adamın ellerine attı. İnsanların yüzü şaşkınlıkla dolmuştu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi: «Bu kuşa mı hayret ediyorsunuz? Onun yavrusunu aldınız, o da merhametinden kendisini sizin ellerinize yavrusunun yanına attı. Allah´a yemin ederim ki Rabbiniz size karşı bu kuşun yavrusuna gösterdiği merhametten daha fazla merhamet eder»3. Daha sonra adama yavru kuşu aldığı yere koymasını emretti».
Peygamber (s.a.v.), bir keresinde de şöyle demiştir: -Allah´ın yüz rahmeti vardır. Bunlardan birini insanlar, cinler, sığırlar ve diğer hayvanlara indirmiştir. Bu şekilde, bu yaratıklar birbirlerine karşı merhamet beslerler ve vahşi yaratıklar, yavrusuna karşı merhametli olmaya yönelir. Geri kalan doksandokuz merhameti de. Allah kendisine ayırmıştır. Bununla Hesap Günü kullarına merhamet eder»[2]
Cabir (r.) Medine´ye dönerken Peygamber (s.a.v.)´le birlikte birkaç kişinin geriden takip ettiği ve diğer grupların çok önlerde yol aldığı haberini de vermiştir. Cabir´in devesi yaşlı ve zayıf olduğu için çoğunluğu oluşturan ilk gruba ayak uyduramamış ve geri kalmıştı. Peygamber (s.a.v.) ona rastlayınca neden bu kadar geride kaldığını sordu. O; «Ey Allah´ın Rasulü,» dedi, «bu deve bundan hızlı gidemiyor». Peygamber (s.a.v.): «Deveni çöktür» dedi, kendi devesini de çöktürdü. Cabir (r.) bundan sonrasını şöyle anlatıyor: «Şu sopayı bana ver dedi, ben de verdim. Peygamber (s.a.v.) elindeki sopayla bir iki kez ona vurdu. Daha sonra deveme binmemi istedi ve yolumuza devam ettik. Rasulünü Hak´la gönderene yemin olsun ki benim devem onunkini geçti.»
«Yol boyunca Rasulullah (s.a.v.)´la sohbet ettik. O bana: «Deveni bana satar mısın?» dedi. Ben «Onu sana hibe ederim» dedim. O: «Hayır, onu bana sat dedi.» Cabir onun sesinin tonundan pazarlık yapmak istediğini anladı. «Ona bir fiyat vermesini söyledim» dedi Cabir, Bana: «Ona bir dirhem veririm» dedi. Ben «Bu çok az» dedim. O: «Peki iki dirhem olsun» dedi. Fakat ben yine «Hayır» dedim. O da fiyatı kırk dirheme yani bir Dirim (guncel altına ulaşıncaya kadar yükseltti. Bu fiyata razı oldum. Bana. «Sen hiç evlendin mi, Cabir?» diye sordu. Ben de evlendiğimi söyledim. O: «Daha önceden evlenmiş biriyle mi yoksa bir bakireyle mi?» diye sordu. Ben: «Daha önce evlenmiş biriyle» deyince: «Neden bir kızla evlenmedin? Sen onunla oynardın, o da seninle oynardı» dedi. «Ey Allah´ın Rasulü» dedim, «ba*bam Uhud´da öldü, geride kalan yedi kız kardeşimi bana emanet etti. Bu nedenle onlara bakacak, saçlarını tarayacak ve onlara annelik edecek bir kadınla evlendim Bana iyi bir seçim yaptığımı söyledi. Daha sonra bana, Medine´den üç mil uzaktaki Şirar´a ulaştıklarında develeri orada kurban edeceğinden, günü orada geçireceğimizden ve karımın bizim eve dönüş haberimizi aldığında minderlerin tozunu silkmeye girişeceğinden bahsetti. «Bizim hiç minderimiz yok» dedim. O: «Olacak, eve döndüğünde yapılması gerekenleri yap» dedi.»
«Döndüğümüz günden sonraki ilk sabah devemi aldım ve Peygamber (s.a.v.)´in kapısı önüne çöktürdüm. Peygamber (s.a.v.) bana deveyi oraya bırakıp, mescid´de iki rekat namaz kılmamı söyledi. Ben de onun dediğini yaptım. Daha sonra Hz. Bilâl´e bana bir birim (ounce) altın vermesini emretti. Bilâl (r.), terazisinin tarttığından biraz daha fazlasını verdi. Altını aldım ve gitmek üzere geri döndüm. Fakat Peygamber (s.a.v.) beni geri çağırdı. «Deveni al» dedi, «O senindir, onun için sana ödenen para da senindir.»[3].
Bu aylardan birinde Farisî Selman, danışmak ve yardım dilemek üzere Peygamber (s.a.v.)´e geldi. Beni Ku-rayza Yahudilerinden olan sahibi onu Medine´nin güneyindeki arazisinde o kadar sıkı çalışmaya zorluyordu ki, Selman´ın Müslüman cemaatle yakm bir ilişkiye girmesi mümkün olmuyordu. O, ne Uhud´da, ne Bedir´de, ne de son dört yılda Peygamber (s.a.vj ´in çeşitli aralıklarla yaptığı seferlerin hiç birinde bulunamamıştı. Bu durumundan kurtulmasına bir çare yok muydu? Sahibine, özgürlüğüne kavuşmasının kendisine kaça mal olacağını sormuştu. Fakat sahibinin Öne sürdüğü fiyat çok yüksekti, özgür -lügüne kavuşabilmesi için, ona kırk birim tounce) altın vermesi ve üçyüz hurma ağacı dikmesi gerekiyordu. Peygamber ts.a.v.) ona, sahibiyle, altınları ve hurma ağaçlarını vereceğini, buna karşılık kendisinin özgür olacağım belirten bir anlaşma metni yazmalarını söyledi. Daha sonra arkadaşlarını çağırdı ve onlardan hurma ağaçlarının dikiminde Selman´a yardım etmelerini istedi. Biri otuz, biri yirmi hurma fidanı verdi. Derken fidanların sayısı üçyüze tamamlandı. Peygamber (s.a.v.) : «Selman, git ve çukurları aç. Daha sonra beni çağır, ağaçları elimle ben dikeceğim» dedi. Ashab da Selman´a araziyi hazırlamada yardım ettiler. Üçyüz hurmanın hepsini Peygamber (s.a.v.) kendi eliyle dikti. Ağaçların hepsi kök saldı ve gelişti.
Fiyatın geri kalanını ödemek üzere, Peygamber (s.a.v.) kendisine maden ocaklarından biri tarafından verilen kuş yumurtası büyüklüğündeki altın parçasını Selman´a verdi. Selman bunun özgürlüğünü satın almaya yetmeyeceğini düşünerek: «Bu, benim ödemem gerekenin ne kadarını karşılar acaba? dedi. Peygamber (s.a.v.} altını ondan aldı ve ağzına koyup dilinin etrafında çevirdi. Sonra Selman´a uzattı ve; «Bunu al, fiyatın tümünü bununla öde» dedi. Selman, kırk birim (ounce) altına denk gelen bu altını verdi ve özgürlüğüne kavuştu.[4]
Medine´de bir ay daha barış yaşandı. Bir aydan sonra Peyagamber (s.a.v.) bin kişilik bir orduyla, Suriye sınırındaki Dumat el-Candal vadisine doğru beşyüz millik bir sefer yaptı. Çoğu Beni Kelb kabilesinden olan çapulcuların buralarda karışıklıklar çıkardığı haberi gelmişti. Çapulcular birçok kez Medine´ye gitmekte olan kervanlardan un ve yağ stoklarına el koymuşlardı. Onların Kureys´le bir anlaşmaya girmiş olma ihtimali de vardı. Eğer Kureyş bir gün İslâm´ı tamamen ortadan kaldırmak için saldırıya geçerse, bunlar da kuzeyden onlara destek olabilirlerdi. Peygamber (s.a.v.) ve arkadaşları sürekli böyle bir güne hazırlanıyorlardı. Her ne kadar bu seferin sonuçları çapulcuları bastırıp onların sürülerini ve mallarını ganimet olarak almak gibi görünüyorsa da, bu yürüyüş, kuzeydeki kabilelerin Arabistan´da gelişen bu yeni gücü farketmele-rini de sağlamıştı. Eskiden uzun yıllar süren iç savaşlar Medine´yi dış saldırıya açık hale getiriyordu. Fakat içerideki bı uyuşmazlık yerini büyük ve şaşırtıcı bir hızla yayılan bir ahenk ve uyuşmaya bırakmıştı. Bu ahengi daha korkulacak hale getiren de Medine´lilerin en kesin savunma aracının saldın olduğunu anlamaları ve buna göre davranmalarıydı.
Dışarıdan görünan buydu. Fakat yakından topluluğu gözleyenler bu gücün göründüğünden de büyük olduğunu görebiliyorlardı. Çünkü bu güç, bir mucize olan bir birliğe dayanıyordu. Vahy´de şöyle deniyordu:
«Sen, yeryüzündekiîerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini uzakşttramazdın. Ama, Allah onların aralarını uzlaştırdı.» (Etfal: 63).
Bu birliğin gerçekleşmesini sağlayan en büyük etken de Peygamber (s.a.v.) ´in varlığıydı. Onun varlığının cazibesi Allah tarafından o denli arttırılmıştı ki iyi niyetli hiçbir kimse ona karşı koyamazdı. «Ben size, oğlunuzdan, babanızdan ve diğer insanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş olamazsınız*. Fakat cümle, Peygamber (s.a.v.)´in isteğini belirtmekten çok, zaten var olan ve: «Anam, babam sana feda olsun» deyimiyle ifade edilen sevginin tasdiklenmesiydi.
Barış zamanları Peygamber (s.a.v.) için dinlenme zamanlan değildi. O, günün üçte birinin ibadet, üçte birinin İş ve üçte birinin de aileyle ilgilenerejt geçirilmesinin ideal olduğunu söylemişti. Son olarak belirtilen zamanın içine yemek ve uyku da dahildi. İbadete gelince çoğunlukla geceleri yapılıyordu. Akşam ve sabah namazlarının yanısıra, bu namazlardan sonra nafile namazlarda kılıyorlardı. Aynı zamanda Kur´an´da uzun uzun Kur´an okunulması söyleniyor, Peygamber (s.a.v.) de Ashaba birçok dualar öğretiyordu. Uzun gece namazları vahyin ilk indiği günlerden itibaren, âdet olmuştu. Fakat bu âyetlerin indiği topluluk, seçilmiş bir topluluktu. Medine´de de seçilmiş bir mü´minler topluluğu vardı. Ancak son yıllarda İslâm´ın hızla yayılmasıyla bu seçilmiş topluluk azınlık haline gelmişti. Uzun süre namaz kılma zorunluluğunu azaltmak için bir âyette gruba:
«Seninle birlikte olanlar» diye değiniliyordu: «Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte barinde (namaz için) kalktığını bilmektedir; seninle birlikte anardan bir topluluğun da (böyle yaptığım bitmektedir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir etmektedir. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi böylece de tevbenizi (O´na dönüşünüzü) kabul etti. Şu halde Kur´-an´dan kolay geleni okuyun (Müzemmİt: 20).
Bununla birlikte Asbab gecenin çoğunda namaz kılmaya devam ettiler. Peygamber fs.a.v.) gecenin en hayırlı bölümünün son üçte biri olduğunu söylemişti: *Her gece gecenin son üçte biri gelmeden Rabbimiz -Teala- en alt semaya tecelli eder ve şöyle der «Beni çağıran kim, ki ona
M. I 16
cevap vereyim?»[5]. Bu sıralarda mü´minleri tanımlayan şu âyetler de nazil oldu.
«Onların yanları (gece namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve ümitle dua ederler ve kendilerine fi* zıh olarak verdiklerimizden İnjak ederler. Artık hiçbir nefis, yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, kendileri için gözler aydınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin) saklandığım bilmez». (Secde: 16-17).
Günün eşit parçalarım oluşturması gereken ibadet, çalışma ve aileyle ilgilenme vakitleri ancak yaklaşık ola rak eşitlenebiliyordu. Aileyle ilgilenmeye gelince, Peygamber (s.a.v.) ´in kendi evi yoktu ve her akşam sırası gelen eşinin evine gider ve orası onun yirmidört saatlik evi olurdu.Gün boyunca kızları veya halası Safiye onu ziyaret eder veya O, onları ziyaret ederdi. Fatıma çoğunlukla iki oğlunu ona göstermek için getirirdi. Hasan yaklaşık olarak birb´uçuk. yaşında, Hüseyin ise sekiz aylıktı ve henüz yürümeye başlıyordu. Peygamber (s.a.v.) çoğunlukla annesi Zeyneb´in yanından ayrılmayan torunu Ümame´yi de severdi. Birkaç kez P*eygamber (s.a.v.) onu mescide getirmişti. Namaz sırasında ayakta durduğu zamanlar omuzun-da taşımış, rükû ve secde sırasında yanına oturtmuştu. Ayağa kalktığında, tekrar omuzuna bindirmiş ve namazı bu şekilde kıldırmıştı[6]. Peygamber (s.a.v.)´in çok sevdiği çocuklardan biri de Zeyd ve Ümmü Eymen´in oğulları Üsame idi. Peygamber (s.a.v.) onu hem kendisine değer verdiği, hem de anne ve babasına sevdiği için seviyordu. Üsame, evin bir torunu olarak çoğunlukla evin İçinde veya kapısının önünde vakit geçirirdi.
Çoğu öğleden sonraları Peygamber (s.a.v.) Mekke´de olduğu gibi Ebu Bekir´i ziyaret ederdi. Çoğu zaman aile meseleleri ve iş konuşmaları birbirinin aynı oluyordu. Çünkû .´pey"gamber (s.a.v.) devlet meselelerini kayınpederi Ebu Be*-, oğlu Zeyd ve damatları Ali ve Osman´a sormayı tercih ederdi. Fakat iş sanki Peygamber (s.a.v.)´in tüm zamanını alacak kadar fazla idi. Çünkü tüm Medine´de, bir problemi çözmede, bir anlaşmazlığı ortadan kaldırmada hiçbir söz onunkisi kadar etkili değildi. Hatta, ihtiyaçları olduğunda kendisine inanmayan bazıları da ondan yardım istiyordu. Yahudilerle müslümanlar arasında da sık sık anlaşmazlıklar meydana geliyordu. Çoğunlukla da zulme uğrayan davacı oluyordu, örneğin, Ensardan biri, yahudinin birinin ettiği yemini duyduğunda onu pataklamış ti. Müslüman : «Sen Peygamber (s.a.v.) aramızda iken nasıl ´Musa´yı bütün âlemlerin üstüne seçkin kılana andolsun1 dersin?» demişti. Yahudi Peygamber´e şikâyet etmiş, o da sinirlenerek müslümanı azarlamıştı. Kur´an´da Musa hakkında şöyle deniyordu: CAllah) : «Ey Musa, dedi. Sana verdiğim ri-saletimle ve seninle konuşmamla seni insanlar üzerinde seçkin kıldım!» (A´raf: 144). «Gerçek şu ki, Allah, Adem´i, Nuh´u, ibrahim ailesini ve îmran ailesini alemler üzerine seçti.* (Âl-i Îmran: 33). Adamın asıl düşüncesini anlayan Peygamber (s.a.v.) : «Benim Musa´dan daha iyi olduğumu söyleme»[7], diye ekledi. Başka bir yanlışlığa dikkati çekerek de: «Hiçbiriniz benim Yunustan daha iyi olduğumu söylemesin»[8] demiştir. Vahiy zaten onlara îslâm akidesini tanımlarken şöyle diyordu: «Onun peygamberleri arasında hiçbirini (diğerinden) ayirdetmeyiz». (Bakara: 285).
Hem içteki ahengi sağlamak, hem de Arabistan´daki ve daha ötelerdeki uluslarla ilişkileri düzene sokmak gibi toplumun genel ihtiyaçlarının yanısıra Peygamber (s.a.v.) mü´minlerin tamamen kişisel olan sorunlarını çözmede de onlara yardım etmek durumundaydı. Bu kişisel sorunlar bazen Selman´mki gibi tamamen maddî, bazen de Temim kabilesinden Hanzala´nınki gibi ruhsal oluyordu. Hanzala ilk Önce durumunu Ebu Bekir´e açmış, fakat Ebu Bekir bu soruna daha yetkili birinin, yani Peygamber (s.a,v.)´in çözüm getirebileceğini hissetmişti. Adamın yüzü. acıyla doluydu. Peygamber Cs.a.v.) sorunun ne olduğunu sorduğunda : «Ey Allah´ın Rasulü, Hanzala iki yüzlü bir adam» dedi. Peygamber Cs.a.v.), bununla neyi kasdettiğini sorduğunda şöyle dedi: «Ey Allah´ın Rasulü, biz senin yanında iken sen bize cennet ve cehennemi anlatıyorsun. Biz de onları görür gibi oluyoruz. Fakat senden ayrıldığımız zaman hanımlarımız, çocuklarımız ve mallarımız bizi kendilerine çekiyor ve biz senin söylediklerini unutuyoruz». Peygamber (s.a.v.)´in cevabı, bu ideallere ulaşmak için gösterilen çabanın, günlük hayatın normal akışını durdurmaksızm sürmesi gerektiğini vurguluyordu: «Nefsimi kudret elinde tutana andolsun ki,» dedi, «eğer siz sürekli benim yanımda iken veya Allah´ı hatırladığınız zaman içinde bulunduğunuz hal üzere olsaydınız, şüphesiz melekler sizinle musa-hafa ederler ve sizi evlerinizde ziyaret ederlerdi.»[9].
Peygamber Cs.a.v.)´e yüklenen bu tür sorunlar kaçınılmazdı. Fakat onun başka yönlerden korunması gerekiyordu, îşte bu koruma, onun ayrıcalıklı konumunu vurgulayan beklenmedik bir olayla ilgili olarak ortaya çıktı. Peygamber (s.a.v.), birgün Zeyd (r.)´e bir şey sormak için evine gitmişti. Kapıyı Zeyneb (r.) açtı ve kapının önünde durarak Zeyd´in evde olmadığını söyledi, fakat yine de içeri girmesi için onu davet etti. Bir anlık bakışma, iki kuzen arasında sürekli varolan sevginin ikisi tarafından da far-kına varılmasına yol açtı. Peygamber (s.a.v.) Zeyneb Cr.)*in kendisini sevdiğini, kendisinin de Zeyneb (r.)´i sevdiğini ve bunu Zeyneb´in de bildiğini biliyordu. Fakat bunun ne anlamı olabilirdi? Duygularının şiddetine şaşjrarak Peygamber (s.a.v.), onun teklifini reddetti. Zeyneb onun uzaklaşırken şöyle dua ettiğini duydu: «Hamd Allah Teala´-yadır! Hamd insanların kalbini düzenleyen ve idare eden Allah´adır!» Zeyd (r.) eve döndüğünde Zeyneb ona Pey. gamber (s.a.v.)´İn ziyaretini ve giderken okuduğu duayı anlattı. Zeyd, hemen Peygamber (s.a.v.)´e gitti ve şöyle dedi : «Evime geldiğini duydum. Bana annemden ve babamdan daha yakın olduğun halde neden içeri girmedin? Yoksa Zeyneb mi hoşuna gitti? Eğer öyle ise onu boşayayım.» Peygamber (s.a.v.) ısrar ederek: «Karını tut ve Allah´tan kork.» dedi. O bir keresinde: «Mubah olan şeyler içinde Allah´ın en sevmediği şey boşanmadır»[10] demişti. Zeyd, ertesi gün tekrar aynı teklifle geldiğinde Peygamber (s.a.v.) ona yine aynı şeyi söylemişti. Fakat Zeyd´le Zeyneb´in evliliği mutlu bir evlilik değildi ve Zeyd artık buna dayanamıyordu. Bu nedenle karısı ile anlaştı ve Zeyneb (r.)´i boşadı. Yine de bu boşanma Zeyneb´i Peygamber (s.a.v.) için uygun bir eş kılmıyordu. Çünkü Kur´an «kendi sulblerin-den çıkan» oğullarının hanımlarıyla evlenmeyi yasaklıyordu. Ve biyolojik olarak kendinin olan bir çocukla, evlât edinilen bir çocuğu ayrı tutmama uzun zamandan beri devam eden bir gelenekti. Peygamber fs.a.v.} ´in durumu da evlenmeye müsait değildi. Çünkü İslam´ın müsaade ettiği sayıda -en fazla dört- eşi vardı.
Bu olaydan sonra bir kaç ay geçti. Peygamber (s.a.v.) hanımlarından biri ile konuşurken vahy geldi. Peygamber (s,a.v.) kendisine geldiğinde ilk sözü şunlar oldu: «Kim gidip Zeyneb´e müjde verecek ve Allah´ın onu gökte benimle evlendirdiğini haber verecek?» Uzun sûreden beri kendisini aileden sayan Safiye´nin hizmetçisi Selma oradaydı. Bu sözleri duyunca hemen Zeyneb´in evine gitti. Zeyneb bu sevinçli haberi duyunca Allah´a hamd etti ve hemen Ka´be´ye doğru secdeye kapandı. Daha sonra bilekliklerini, bileziklerini ve gümüş kolyelerini toplayıp Sel-ma´ya verdi. Zeyneb (r.), artık genç değildi, hemen hemen kırk yaşına gelmişti. Fakat yine de dikkat çekici güzelliğini koruyordu. Bunun yanısıra O zahid bir kadındı. Uzun gece namazları kılar, nafile oruç tutar ve cömertçe fakirlere dağıtırdı. Dericilikten anladığı için ayakkabı ve çeşitli eşyalar yapar ve bunlardan kazandığa parayı sadaka olarak harcardı. Bu kez onun için bir düğün merasimine gerek yoktu. Çünkü inen vahiy nikâhın akdedildiğini belirtiyordu; «Biz onu seninle evlendirmiş olduk.» (Azhab: 37). Yapılması gereken şey, sadece gelini damadın evine götürmekti ve bu da geciktirilmeden yapıldı.
Âyetler, gelecekte artık evlâd edinilenlerin, kendi babalarının adıyla anılmaları gerektiğini de vurguluyordu. O günden itibaren, otuzbeş yıldan beri Zeyd İbn Muhammed diye anılan Zeyd, Zeyd îbn Harise diye anılmaya başlandı. Fakat bu onun evlâd edinilmesi olayını yürürlükten kaldırmıyordu. Biri elli, diğeri altmışına yaklaşmış olan evlât edinen ve edinilen arasındaki samimiyet ve sevgi de bundan bir zarar görmüyordu. Bu sadece, aralarında kan bağı olmadığını hatırlatmadan ibaretti. Bu anlamda âyetler şöyle devam ediyordu:
«Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir, ancak O, Allah´ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur.» (Ah-zab: 40).
Diğer âyetler de, Peygamber (s.a.v.) ve onu Lakıp edenler arasındaki büyük ayırımı vurguluyordu. Onlar, Peygamber (s.a.v.) ´e birbirlerine hitap ettikleri gibi hitap edemezlerdi. Allah´ın ona dörtten fazla hanımla evlenme izni vermesi sadece ona mahsustu, toplumun geri kalanı bu izne dahil değildi. Bunun yamsıra onun eşlerine «mü´minlerin anneleri» adı verilmiş ve onlara öyle yüksek bir statü verilmişti ki. Peygamber (s.a.v.)´den sonra onların başkalarıyla evlenmesi yasaklanmıştı. Mü´minlerden biri onlara birşey sormak istediği zaman; bir perde arkasından sormalıydı. Ayette şu da belirtiliyordu:
«Ey İman edenler, peygamberin evlerine yemek için izin verilmeden ve vaktine de bakmakstztn girmeyin; ancak çağmltrsantz artık girin; yemeği yediğinizde de dağıhverin. Söz ve sohbet için de (evlerine) girmeyin. Gerçekte bu, Peygamber´e eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır; oysa Allah, hak(kt açtklamakjtan utanmaz» (Ahzab: 53).
Ashab, Peygamber (s.a.v.)´i çok sevdiği ve mümkün olduğu kadar uzun süre onun yanında kalmak istediği için, onlara bu tür engeller konulması gerekliydi. Onunla birlikte olanlar, ondan ayrılmak istemezlerdi. Onlar kaldıklarında -ise kimse onları suçlamazdı. Çünkü Peygamber Cs.a.v.) biriyle konuştuğu zaman ona öyle dikkat eder ve ilgisini onda öyle yoğunlastırır ki, karşısındaki, diğerlerine verilmeyen bazı ayrıcalıklarının kendisine verildiğini zannedebilirdi. O, birinin elini tutsa, hiçbir zaman ilk bırakan o oimazdı. Fakat Peygamber fs.a.v.)´i korumakla birlikte vahiy, literatüre yeni bir unsur ilâve ediyordu. Bu şekilde arkadaşları ona besledikleri sevgiyi, onun yanında olmadıkları zamanlarda da ifade edebileceklerdi.
«Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat etmektedirler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyette ona selâm verin.» (Ahzab: 56).
Bundan kısa bir süre sonra Peygamber şunu da haber verdi: *Bana bir melek geldi ve şöyle dedi: «Sana bir kere salat eden kimse yoktur ki Allah ona on kez salat etmesin»[11].
--------------------------------------------------------------------------------
[1] IS V III, G6.
[2] W.M XLIX. 4
[3] I. I. 6644.
[4] I. I. 141-2.
[5] B. XIX.
[6] I. S, VIII. 26.
[7] BLXV. (Alraf Suresi)
[8] R I3CS?. (Saffat Suresi)
[9] M. XLIX, 2
[10] A, D. XIII, 3
[11] D. XX, 58.
SİYER-İ NEBİ
- Ahenk ve Uyuşmazlık
- Ailelerde Bölünmeler
- Aileni Uyarıp Korkut
- Allah´ın Evi
- Anlaşmanın Bozulması
- Apaçık Bir Zafer
- Bedir Savaşı
- Bedir´e Doğru
- Beni Kaynuka
- Beni Kurayza
- Beni Nadir
- Bir Kaybın Tekrar Bulunuşu
- Bir Oğul Kurban Etmeye İçilen And
- Bir Peygambere Duyulan İhtiyaç
- Bir Suikast
- Boykot ve Kaldırılışı
- Büyük Bir Kayıp
- Cennet ve Ebediyyet
- Çöl
- Defn ve Hilafet
- Dereceler
- Düzensiz Saldırılar
- Ebu Cehil veHamza
- En Çok Sevdiğin Kim?
- Es-Saa (Kıyamet)
- Esirler
- Evlilik Önerileri
- Evs ve Hazreç
- Fil Yılı
- Gelecek