Savaş ve Barış

Savaş ve Barış

M.S. 626 yılının ilk aylarında Fatıma bir erkek ço­cuğu daha dünyaya getirdi. Peygamber (s.a.v.} el-Hasan ismini çok seviyordu. Bu nedenle Faüma´nın ikinci çocu­ğuna «küçük Hasan» yani «küçük güzel adam» anlamına gelen Hüseyin adını verdi. O sıralarda «fakirlerin annesi» diye tanınan yeni zevcesi Zeyneb hastalandı ve vefat et­ti. Vefat ettiğinde, Peygamber (s.a.v.)´le henüz sekiz ay­lık evli idi. Peygamber (s.a.v.) onun cenaze namazını kıl­dırdı ve onu Baki mezarlığında kızı Rukiye´nin mezarının yakınına gömdü. Bunu takip eden ay Peygamber (s.a.v.) -in kuzeni Ebu Seleme (r.) Uhud´da aldığı -önce çabuk iyi­leşen, fakat sonradan tekrar açılan- yara nedeniyle oldu. Peygamber fs.a.vJ, öldüğü sırada onun yanındaydı ve o son nefesini verirken dua ediyordu. Öldükten sonra gol­lerini de Peygamber (s.a.v.) kapattı.

Ebu Seleme (r.) ve Ümmü Seleme (r.) birbirine çok bağlı bir çiftti. Ümmü Seleme kocasına, ikisinden biri öl­düğünde evlenmemek üzere anlaşma yapmalarını teklif etti. Fakat Ebu Seleme, eğer kendisi önce ölürse, karısının mutlaka evlenmesi gerektiğini söyledi ve şöyle dua etti «Allah´ım, Ümmü Seleme´ye benden sonra, benden daha iyi ve ona acı ve elem çektirmeyecek bir koca ver». Ebu Seleme´nin Ölümünden dört ay sonra Peygamber fs.a.v.) Ümmü Seleme´ye evlenme teklif etti. Ümmü Seleme ken­disinin Peygamber (s.a.v.)´e uygun bir eş olmadığını öne sürdü. «Ben yaşlı bir kadınım» dedi «ve yetimlerin annesiyîm. Bunların yanısıra bir de benim kıskançlık huyum var. Ey Allah´ın Rasulü, senin birden fazla eşin var.» dedi. Peygamber ts.a.v.) şöyle cevap verdi: «Yaş konusunu ele alırsak ben senden yaşlıyım. Kıskançlığa gelince, Allah´a bu huyu senden alması için dua ederim. Çocuklarına ise Allah ve Rasulü göz kulak olacaktır». Böylece evlendiler ve Ümmü Seleme, sağlığında Zeyneb´in olan odaya yer­leşti.

Ümmü Seleme (r.), yaşı ile ilgili söylediklerine rağ­men henüz yirmidokuz yaşında genç bir kadındı. Ebu Se­leme ile Habeşistan´a hicret ettiğinde sadece onsekiz ya­şındaydı. Kıskançlığına gelince, Ümmü Seleme bu evlilikle imtihan edileceğinden haklı olarak korkuyordu. Bu korku­yu taşıyan sadece o değildi. Aişe, Hafsa ve Zeyneb´i zorluk çekmeden kabul etmişti. Fakat belki de kendi yaşı ilerle­diği için -ondört yaşındaydı- bu kez durum farklıydı. Aişe, Ümmü Seleme´yi sık sık görürdü, Fatıma´nın düğün ha­zırlıklarını birlikte yapmışlardı. Fakat Aişe hiçbir zaman ona muhtemel bir rakip gözüyle bakmamıştı. Fakat şim­di, Medine´de herkes Peygamberin yeni evliliğinden ve ge­linin güzelliğinden konuşuyordu. Aişe bunları duyduğun­da sıkılmıştı. «Onun güzelliği ile ilgili şeyler bana anlatı­lınca çok üzülmüştüm» dedi. «Onu yakından görebilmek için gittim ve onun anlatmlandan kat kat daha güzel oldu­ğunu gördüm. Bunu Hafsa´ya da anlattım. Hafsa: «Hayır, sen kıskandığın için böyle söylüyorsun o anlattıkları gibi değil» dedi. Daha sonra kendi gözüyle karar vermek için Ümmü Seleme´nin yanma gitti. Döndüğünde bana: «Onu kendi gözlerimle gördüm. Senin söylediğin kadar güzel de­ğil, ama yine de güzel sayılır» dedi. Bunun üzerine tek­rar onu görmeye gittim. Gerçekten de Hafsa´nın dediği gi­biydi. Fakat ben yine de kıskanıyordum»[1].

Ebu Süfyan´ın Uhud´dan sonra teklif ettiği ve Pey­gamber (s.a.v.)´in de kabul ettiği Bedir´de yapılacak olan ikinci çarpışmanın zamanı yaklaşıyordu. Fakat o yıl kurak bir yıldı ve Ebu Süfyan, yolculukta atların ve develerin yi­yebileceği yeşillikler olmadığının farkındaydı. Savaş bo­yunca gerekli olan yemi Mekke´den taşımaları gerekiyor­du. Fakat Mekke´deki stokları da bitmek üzereydi. Ebu Süf­yan kendi teklifinden geri dönme şerefsizliğini göstermek istemiyordu. Muhammed Cs.a.v.)´in bu anlaşmayı bozma­sını bekliyordu. Fakat Yesrib´den savaşa hazırlanıldığı ha­berleri geliyordu. Kararını değiştirmesi için ona bazı şey­ler öne sürülebilir miydi? Ebu Süfyan, Süheyl ve diğer bir­kaç Kureyş liderine danıştı. Birlikte bir plân yaptılar. Ga-tafan kabilesinin 3eni Aşça´ kolunun liderlerinden olan Nuaym, Süheyl´in arkadaşıydı ve o sırada Mekke´de idi. Ona güvenebileceklerini düşündüler. O, Kureyş´ten olma­dığı için tarafsız ve objektif bir gözlemci ve tavsiyeci gibi görülebilirdi. Eğer müslümanları Bedir´deki karşılaşmadan vazgeçirmeyi başarırsa ona yirmi deve vereceklerini va-dettiler. Nuaym bu teklifi kabul etti ve vahaya doğru yola çıktı. Orada Ebu Süfyan´m Bedir´deki karşılaşma için çok büyük bir ordu kurduğu haberini yaydı. Her toplulukla ayrı ayn konuştu. Ensara, Muhacirlere, yahudilere ve mü­nafıklara tehlikenin geldiğini söyledi ve alarm haberini şöyle bir tavsiyeyle bağladı: «Burada kaim, onlara karşı çıkmayın. Hiçbirinizin sağ olarak geri dönebileceğinizi zannetmem». Yahudiler ve münafıklar Mekke´lilerin ordu hazırlamasına sevindiler ve bu haberlerin Medine´de da­ha da yayılmasını sağladılar. Nuaym, müslümanlar üzerin­de de etkili olmuştu. Çoğu Bedir´e gitmenin akıl kârı ol­madığını düşünüyordu. Müslümanların bu tutumunu Pey­gamber Cs.a.v.) de haber aldı ve kendisiyle birlikte kim­senin gelmeyeceğinden endişe etmeye başladı. Fakat Ebu Bekir ve Ömer, her ne olursa olsun Kureyş´e verdiği söz­den dönmemesi için onu uyardılar. «Allah dinini destekler» dediler, «Ve Allah Rasulüne güç verir». Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) : «Tek başıma bile olsam gideceğim" dedi.

Bu bir iki kelime Nuaym´ın develerinden olmasına ve tam başaracağım sandığı anda tüm çabalarının boşa gitmeşine neden oldu. Fakat kendisine rağmen görevinin, yan­lış olduğunu farketmişti: Medine´de kendi deneyimlerinin ve etkisinin ötesinde birşeylerin yürürlükte olduğunu an­lamış ve İslam´ın ilk tohumları kalbine yerleşmişti. Pey­gamber (s.a.v.) önceden kararlaştırdığı şekilde çok sayı­da deve ve sürücüsü ile on da atlı adamı yanına alarak yola çıktı. Çoğu Bedir Panayırı´nda satmak üzere yanla­rına ticari eşya almışlardı.

O sırada Ebu Süfyan Kureyşlilere şöyle diyordu: «Bir-iki günü yolda geçirelim, sonra geri dönelim. Eğer Muhammed (s.a.v.) ortaya çıkmazsa, bizim yola çıktığımızı ve tek­rar geri döndüğümüzü duyacaktır. O sözünde durmamış ve sözünden dönme suçu ona ait olacaktır». Fakat Ebu Süf-yan´ın ümitlerinin tersine Peygamber (s.a.v.) ve arkadaş­ları gelmişler ve Bedir panayırında sekiz gün kalmışlardı. Panayıra katılan Araplar ise Kureyş´in sözünden döndüğü ve Peygamber (s.a.v.)´in sözünde durduğu haberini tüm Arabistan´a yaymışlardı. Müslümanların moral zaferinin arttığı ve kendilerinin Arapların gözünden düştüğü habe­ri Mekke´ye ulaştığında Safvan ve diğerleri, Bedir´de ikin­ci bjr karşılaşma için söz verdiği için Ebu Süfyan´ı azar­ladılar. Fakat bu başarısızlık onların bu yeni dini ve ta­raftarlarını ortadan kaldırmak için plânladıkları büyük savaş hazırlıklarını engellemedi.

Bedir´den döndükten sonra Medine´de bir ay boyunca barış dolu bir ortam yaşandı. Fakat bir ay kadar bir süre sonra bazı Gatafan kabilelerinin Yesrib´e saldırı hazırlık­larına giriştiği haberi ulaştı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) hemen dörtyüz kişilik bir ordu kurup Necd üze­rine yürüdü. Ama onlar oraya ulaştıklarında düşman çok­tan kaçmıştı. Bu sefer sırasında Peygamber (s.a.v.)´e «Kor­ku namazı»nı nasıl kılacağını anlatan bir vahiy geldi. Bu âyetlerde savaş sırasında ordunun nasıl namaz kılacağı, düşmandan korku anında neler yapılacağı, nasıl bir grup namaz kılarken, diğer bir grubun gözcülük edeceği anla­tılıyordu. (Nisa: 101-102).

Bu grupla birlikte yolculuk edenlerden biri de Abdul­lah´ın oğlu Cabir idi. Daha sonraki yıllarda, konak yerlerinden birinde meydana gelen bir olayı şöyle anlattı: «Biz Peygamber (s.a.v.)´in yanındayken ashabdan biri elinde yakaladığı bir kuşla geldi. O sırada yavru kuşun annesi kendisini o adamın ellerine attı. İnsanların yüzü şaşkın­lıkla dolmuştu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi: «Bu kuşa mı hayret ediyorsunuz? Onun yavrusunu aldınız, o da merhametinden kendisini sizin ellerinize yav­rusunun yanına attı. Allah´a yemin ederim ki Rabbiniz si­ze karşı bu kuşun yavrusuna gösterdiği merhametten da­ha fazla merhamet eder»3. Daha sonra adama yavru kuşu aldığı yere koymasını emretti».

Peygamber (s.a.v.), bir keresinde de şöyle demiştir: -Allah´ın yüz rahmeti vardır. Bunlardan birini insanlar, cinler, sığırlar ve diğer hayvanlara indirmiştir. Bu şekil­de, bu yaratıklar birbirlerine karşı merhamet beslerler ve vahşi yaratıklar, yavrusuna karşı merhametli olmaya yö­nelir. Geri kalan doksandokuz merhameti de. Allah kendi­sine ayırmıştır. Bununla Hesap Günü kullarına merhamet eder»[2]

Cabir (r.) Medine´ye dönerken Peygamber (s.a.v.)´le birlikte birkaç kişinin geriden takip ettiği ve diğer grup­ların çok önlerde yol aldığı haberini de vermiştir. Cabir´in devesi yaşlı ve zayıf olduğu için çoğunluğu oluşturan ilk gruba ayak uyduramamış ve geri kalmıştı. Peygamber (s.a.v.) ona rastlayınca neden bu kadar geride kaldığını sordu. O; «Ey Allah´ın Rasulü,» dedi, «bu deve bundan hızlı gidemiyor». Peygamber (s.a.v.): «Deveni çöktür» dedi, kendi devesini de çöktürdü. Cabir (r.) bundan sonrasını şöyle anlatıyor: «Şu sopayı bana ver dedi, ben de verdim. Peygamber (s.a.v.) elindeki sopayla bir iki kez ona vurdu. Daha sonra deveme binmemi istedi ve yolumuza devam ettik. Rasulünü Hak´la gönderene yemin olsun ki benim de­vem onunkini geçti.»

«Yol boyunca Rasulullah (s.a.v.)´la sohbet ettik. O ba­na: «Deveni bana satar mısın?» dedi. Ben «Onu sana hibe ederim» dedim. O: «Hayır, onu bana sat dedi.» Cabir onun sesinin tonundan pazarlık yapmak istediğini anladı. «Ona bir fiyat vermesini söyledim» dedi Cabir, Bana: «Ona bir dirhem veririm» dedi. Ben «Bu çok az» dedim. O: «Peki iki dirhem olsun» dedi. Fakat ben yine «Hayır» dedim. O da fiyatı kırk dirheme yani bir Dirim (guncel altına ulaşın­caya kadar yükseltti. Bu fiyata razı oldum. Bana. «Sen hiç evlendin mi, Cabir?» diye sordu. Ben de evlendiğimi söy­ledim. O: «Daha önceden evlenmiş biriyle mi yoksa bir ba­kireyle mi?» diye sordu. Ben: «Daha önce evlenmiş biriyle» deyince: «Neden bir kızla evlenmedin? Sen onunla oynar­dın, o da seninle oynardı» dedi. «Ey Allah´ın Rasulü» de­dim, «ba*bam Uhud´da öldü, geride kalan yedi kız kardeşi­mi bana emanet etti. Bu nedenle onlara bakacak, saçlarını tarayacak ve onlara annelik edecek bir kadınla evlendim Bana iyi bir seçim yaptığımı söyledi. Daha sonra bana, Medine´den üç mil uzaktaki Şirar´a ulaştıklarında develeri orada kurban edeceğinden, günü orada geçireceğimizden ve karımın bizim eve dönüş haberimizi aldığında minder­lerin tozunu silkmeye girişeceğinden bahsetti. «Bizim hiç minderimiz yok» dedim. O: «Olacak, eve döndüğünde ya­pılması gerekenleri yap» dedi.»

«Döndüğümüz günden sonraki ilk sabah devemi al­dım ve Peygamber (s.a.v.)´in kapısı önüne çöktürdüm. Peygamber (s.a.v.) bana deveyi oraya bırakıp, mescid´de iki rekat namaz kılmamı söyledi. Ben de onun dediğini yaptım. Daha sonra Hz. Bilâl´e bana bir birim (ounce) altın vermesini emretti. Bilâl (r.), terazisinin tarttığından biraz daha fazlasını verdi. Altını aldım ve gitmek üzere geri dön­düm. Fakat Peygamber (s.a.v.) beni geri çağırdı. «Deve­ni al» dedi, «O senindir, onun için sana ödenen para da senindir.»[3].

Bu aylardan birinde Farisî Selman, danışmak ve yar­dım dilemek üzere Peygamber (s.a.v.)´e geldi. Beni Ku-rayza Yahudilerinden olan sahibi onu Medine´nin güne­yindeki arazisinde o kadar sıkı çalışmaya zorluyordu ki, Selman´ın Müslüman cemaatle yakm bir ilişkiye girmesi mümkün olmuyordu. O, ne Uhud´da, ne Bedir´de, ne de son dört yılda Peygamber (s.a.vj ´in çeşitli aralıklarla yap­tığı seferlerin hiç birinde bulunamamıştı. Bu durumun­dan kurtulmasına bir çare yok muydu? Sahibine, özgürlü­ğüne kavuşmasının kendisine kaça mal olacağını sormuş­tu. Fakat sahibinin Öne sürdüğü fiyat çok yüksekti, özgür -lügüne kavuşabilmesi için, ona kırk birim tounce) altın ver­mesi ve üçyüz hurma ağacı dikmesi gerekiyordu. Peygam­ber ts.a.v.) ona, sahibiyle, altınları ve hurma ağaçlarını vereceğini, buna karşılık kendisinin özgür olacağım belir­ten bir anlaşma metni yazmalarını söyledi. Daha sonra ar­kadaşlarını çağırdı ve onlardan hurma ağaçlarının dikimin­de Selman´a yardım etmelerini istedi. Biri otuz, biri yirmi hurma fidanı verdi. Derken fidanların sayısı üçyüze ta­mamlandı. Peygamber (s.a.v.) : «Selman, git ve çukurları aç. Daha sonra beni çağır, ağaçları elimle ben dikeceğim» dedi. Ashab da Selman´a araziyi hazırlamada yardım etti­ler. Üçyüz hurmanın hepsini Peygamber (s.a.v.) kendi eliy­le dikti. Ağaçların hepsi kök saldı ve gelişti.

Fiyatın geri kalanını ödemek üzere, Peygamber (s.a.v.) kendisine maden ocaklarından biri tarafından verilen kuş yumurtası büyüklüğündeki altın parçasını Selman´a verdi. Selman bunun özgürlüğünü satın almaya yetmeyeceğini düşünerek: «Bu, benim ödemem gerekenin ne kadarını karşılar acaba? dedi. Peygamber (s.a.v.} altını ondan al­dı ve ağzına koyup dilinin etrafında çevirdi. Sonra Sel­man´a uzattı ve; «Bunu al, fiyatın tümünü bununla öde» dedi. Selman, kırk birim (ounce) altına denk gelen bu altını verdi ve özgürlüğüne kavuştu.[4]

Medine´de bir ay daha barış yaşandı. Bir aydan son­ra Peyagamber (s.a.v.) bin kişilik bir orduyla, Suriye sını­rındaki Dumat el-Candal vadisine doğru beşyüz millik bir sefer yaptı. Çoğu Beni Kelb kabilesinden olan çapulcula­rın buralarda karışıklıklar çıkardığı haberi gelmişti. Çapul­cular birçok kez Medine´ye gitmekte olan kervanlardan un ve yağ stoklarına el koymuşlardı. Onların Kureys´le bir anlaşmaya girmiş olma ihtimali de vardı. Eğer Kureyş bir gün İslâm´ı tamamen ortadan kaldırmak için saldırıya geçerse, bunlar da kuzeyden onlara destek olabilirlerdi. Peygamber (s.a.v.) ve arkadaşları sürekli böyle bir güne hazırlanıyorlardı. Her ne kadar bu seferin sonuçları ça­pulcuları bastırıp onların sürülerini ve mallarını ganimet olarak almak gibi görünüyorsa da, bu yürüyüş, kuzeydeki kabilelerin Arabistan´da gelişen bu yeni gücü farketmele-rini de sağlamıştı. Eskiden uzun yıllar süren iç savaşlar Medine´yi dış saldırıya açık hale getiriyordu. Fakat içeri­deki bı uyuşmazlık yerini büyük ve şaşırtıcı bir hızla ya­yılan bir ahenk ve uyuşmaya bırakmıştı. Bu ahengi daha korkulacak hale getiren de Medine´lilerin en kesin savun­ma aracının saldın olduğunu anlamaları ve buna göre davranmalarıydı.

Dışarıdan görünan buydu. Fakat yakından topluluğu gözleyenler bu gücün göründüğünden de büyük olduğunu görebiliyorlardı. Çünkü bu güç, bir mucize olan bir birliğe dayanıyordu. Vahy´de şöyle deniyordu:

«Sen, yeryüzündekiîerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini uzakşttramazdın. Ama, Allah onların aralarını uzlaştırdı.» (Etfal: 63).

Bu birliğin gerçekleşmesini sağlayan en büyük etken de Peygamber (s.a.v.) ´in varlığıydı. Onun varlığının cazibe­si Allah tarafından o denli arttırılmıştı ki iyi niyetli hiçbir kimse ona karşı koyamazdı. «Ben size, oğlunuzdan, baba­nızdan ve diğer insanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş olamazsınız*. Fakat cümle, Peygamber (s.a.v.)´in iste­ğini belirtmekten çok, zaten var olan ve: «Anam, babam sana feda olsun» deyimiyle ifade edilen sevginin tasdiklenmesiydi.

Barış zamanları Peygamber (s.a.v.) için dinlenme za­manlan değildi. O, günün üçte birinin ibadet, üçte birinin İş ve üçte birinin de aileyle ilgilenerejt geçirilmesinin ide­al olduğunu söylemişti. Son olarak belirtilen zamanın içine yemek ve uyku da dahildi. İbadete gelince çoğunluk­la geceleri yapılıyordu. Akşam ve sabah namazlarının yanısıra, bu namazlardan sonra nafile namazlarda kılıyorlar­dı. Aynı zamanda Kur´an´da uzun uzun Kur´an okunulma­sı söyleniyor, Peygamber (s.a.v.) de Ashaba birçok dualar öğretiyordu. Uzun gece namazları vahyin ilk indiği gün­lerden itibaren, âdet olmuştu. Fakat bu âyetlerin indiği top­luluk, seçilmiş bir topluluktu. Medine´de de seçilmiş bir mü´minler topluluğu vardı. Ancak son yıllarda İslâm´ın hızla yayılmasıyla bu seçilmiş topluluk azınlık haline gel­mişti. Uzun süre namaz kılma zorunluluğunu azaltmak için bir âyette gruba:

«Seninle birlikte olanlar» diye değiniliyordu: «Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte barinde (namaz için) kalktığını bilmektedir; seninle birlikte anardan bir topluluğun da (böyle yaptığım bitmektedir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir etmektedir. Sizin bunu sayamayacağınızı bil­di böylece de tevbenizi (O´na dönüşünüzü) kabul etti. Şu halde Kur´-an´dan kolay geleni okuyun (Müzemmİt: 20).

Bununla birlikte Asbab gecenin çoğunda namaz kıl­maya devam ettiler. Peygamber fs.a.v.) gecenin en hayırlı bölümünün son üçte biri olduğunu söylemişti: *Her gece gecenin son üçte biri gelmeden Rabbimiz -Teala- en alt se­maya tecelli eder ve şöyle der «Beni çağıran kim, ki ona

M. I 16

cevap vereyim?»[5]. Bu sıralarda mü´minleri tanımlayan şu âyetler de nazil oldu.

«Onların yanları (gece namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve ümitle dua ederler ve kendilerine fi* zıh olarak verdiklerimizden İnjak ederler. Artık hiçbir nefis, yap­makta olduklarına karşılık olmak üzere, kendileri için gözler ay­dınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin) saklandığım bilmez». (Sec­de: 16-17).

Günün eşit parçalarım oluşturması gereken ibadet, çalışma ve aileyle ilgilenme vakitleri ancak yaklaşık ola rak eşitlenebiliyordu. Aileyle ilgilenmeye gelince, Peygam­ber (s.a.v.) ´in kendi evi yoktu ve her akşam sırası gelen eşinin evine gider ve orası onun yirmidört saatlik evi olurdu.Gün boyunca kızları veya halası Safiye onu ziyaret eder veya O, onları ziyaret ederdi. Fatıma çoğunlukla iki oğlunu ona göstermek için getirirdi. Hasan yaklaşık ola­rak birb´uçuk. yaşında, Hüseyin ise sekiz aylıktı ve henüz yürümeye başlıyordu. Peygamber (s.a.v.) çoğunlukla an­nesi Zeyneb´in yanından ayrılmayan torunu Ümame´yi de severdi. Birkaç kez P*eygamber (s.a.v.) onu mescide getir­mişti. Namaz sırasında ayakta durduğu zamanlar omuzun-da taşımış, rükû ve secde sırasında yanına oturtmuştu. Ayağa kalktığında, tekrar omuzuna bindirmiş ve namazı bu şekilde kıldırmıştı[6]. Peygamber (s.a.v.)´in çok sevdiği çocuklardan biri de Zeyd ve Ümmü Eymen´in oğulları Üsame idi. Peygamber (s.a.v.) onu hem kendisine değer ver­diği, hem de anne ve babasına sevdiği için seviyordu. Üsame, evin bir torunu olarak çoğunlukla evin İçinde veya kapısının önünde vakit geçirirdi.

Çoğu öğleden sonraları Peygamber (s.a.v.) Mekke´de olduğu gibi Ebu Bekir´i ziyaret ederdi. Çoğu zaman aile meseleleri ve iş konuşmaları birbirinin aynı oluyordu. Çünkû .´pey"gamber (s.a.v.) devlet meselelerini kayınpederi Ebu Be*-, oğlu Zeyd ve damatları Ali ve Osman´a sormayı tercih ederdi. Fakat iş sanki Peygamber (s.a.v.)´in tüm za­manını alacak kadar fazla idi. Çünkü tüm Medine´de, bir problemi çözmede, bir anlaşmazlığı ortadan kaldırmada hiçbir söz onunkisi kadar etkili değildi. Hatta, ihtiyaçları olduğunda kendisine inanmayan bazıları da ondan yardım istiyordu. Yahudilerle müslümanlar arasında da sık sık an­laşmazlıklar meydana geliyordu. Çoğunlukla da zulme uğ­rayan davacı oluyordu, örneğin, Ensardan biri, yahudinin birinin ettiği yemini duyduğunda onu pataklamış ti. Müslü­man : «Sen Peygamber (s.a.v.) aramızda iken nasıl ´Musa´yı bütün âlemlerin üstüne seçkin kılana andolsun1 dersin?» demişti. Yahudi Peygamber´e şikâyet etmiş, o da sinirlene­rek müslümanı azarlamıştı. Kur´an´da Musa hakkında şöy­le deniyordu: CAllah) : «Ey Musa, dedi. Sana verdiğim ri-saletimle ve seninle konuşmamla seni insanlar üzerinde seçkin kıldım!» (A´raf: 144). «Gerçek şu ki, Allah, Adem´i, Nuh´u, ibrahim ailesini ve îmran ailesini alemler üzerine seçti.* (Âl-i Îmran: 33). Adamın asıl düşüncesini anlayan Peygamber (s.a.v.) : «Benim Musa´dan daha iyi olduğumu söyleme»[7], diye ekledi. Başka bir yanlışlığa dikkati çeke­rek de: «Hiçbiriniz benim Yunustan daha iyi olduğumu söylemesin»[8] demiştir. Vahiy zaten onlara îslâm akidesini tanımlarken şöyle diyordu: «Onun peygamberleri arasın­da hiçbirini (diğerinden) ayirdetmeyiz». (Bakara: 285).

Hem içteki ahengi sağlamak, hem de Arabistan´daki ve daha ötelerdeki uluslarla ilişkileri düzene sokmak gibi top­lumun genel ihtiyaçlarının yanısıra Peygamber (s.a.v.) mü´minlerin tamamen kişisel olan sorunlarını çözmede de onlara yardım etmek durumundaydı. Bu kişisel sorunlar bazen Selman´mki gibi tamamen maddî, bazen de Temim kabilesinden Hanzala´nınki gibi ruhsal oluyordu. Hanzala ilk Önce durumunu Ebu Bekir´e açmış, fakat Ebu Bekir bu soruna daha yetkili birinin, yani Peygamber (s.a,v.)´in çö­züm getirebileceğini hissetmişti. Adamın yüzü. acıyla do­luydu. Peygamber Cs.a.v.) sorunun ne olduğunu sorduğun­da : «Ey Allah´ın Rasulü, Hanzala iki yüzlü bir adam» de­di. Peygamber Cs.a.v.), bununla neyi kasdettiğini sorduğun­da şöyle dedi: «Ey Allah´ın Rasulü, biz senin yanında iken sen bize cennet ve cehennemi anlatıyorsun. Biz de onları görür gibi oluyoruz. Fakat senden ayrıldığımız zaman ha­nımlarımız, çocuklarımız ve mallarımız bizi kendilerine çekiyor ve biz senin söylediklerini unutuyoruz». Peygamber (s.a.v.)´in cevabı, bu ideallere ulaşmak için gösterilen ça­banın, günlük hayatın normal akışını durdurmaksızm sür­mesi gerektiğini vurguluyordu: «Nefsimi kudret elinde tu­tana andolsun ki,» dedi, «eğer siz sürekli benim yanımda iken veya Allah´ı hatırladığınız zaman içinde bulunduğu­nuz hal üzere olsaydınız, şüphesiz melekler sizinle musa-hafa ederler ve sizi evlerinizde ziyaret ederlerdi.»[9].

Peygamber Cs.a.v.)´e yüklenen bu tür sorunlar kaçı­nılmazdı. Fakat onun başka yönlerden korunması gereki­yordu, îşte bu koruma, onun ayrıcalıklı konumunu vur­gulayan beklenmedik bir olayla ilgili olarak ortaya çıktı. Peygamber (s.a.v.), birgün Zeyd (r.)´e bir şey sormak için evine gitmişti. Kapıyı Zeyneb (r.) açtı ve kapının önünde durarak Zeyd´in evde olmadığını söyledi, fakat yine de içe­ri girmesi için onu davet etti. Bir anlık bakışma, iki kuzen arasında sürekli varolan sevginin ikisi tarafından da far-kına varılmasına yol açtı. Peygamber (s.a.v.) Zeyneb Cr.)*in kendisini sevdiğini, kendisinin de Zeyneb (r.)´i sevdiğini ve bunu Zeyneb´in de bildiğini biliyordu. Fakat bunun ne anlamı olabilirdi? Duygularının şiddetine şaşjrarak Pey­gamber (s.a.v.), onun teklifini reddetti. Zeyneb onun uzak­laşırken şöyle dua ettiğini duydu: «Hamd Allah Teala´-yadır! Hamd insanların kalbini düzenleyen ve idare eden Allah´adır!» Zeyd (r.) eve döndüğünde Zeyneb ona Pey. gamber (s.a.v.)´İn ziyaretini ve giderken okuduğu duayı anlattı. Zeyd, hemen Peygamber (s.a.v.)´e gitti ve şöyle de­di : «Evime geldiğini duydum. Bana annemden ve babam­dan daha yakın olduğun halde neden içeri girmedin? Yok­sa Zeyneb mi hoşuna gitti? Eğer öyle ise onu boşayayım.» Peygamber (s.a.v.) ısrar ederek: «Karını tut ve Allah´tan kork.» dedi. O bir keresinde: «Mubah olan şeyler içinde Allah´ın en sevmediği şey boşanmadır»[10] demişti. Zeyd, er­tesi gün tekrar aynı teklifle geldiğinde Peygamber (s.a.v.) ona yine aynı şeyi söylemişti. Fakat Zeyd´le Zeyneb´in ev­liliği mutlu bir evlilik değildi ve Zeyd artık buna dayana­mıyordu. Bu nedenle karısı ile anlaştı ve Zeyneb (r.)´i boşa­dı. Yine de bu boşanma Zeyneb´i Peygamber (s.a.v.) için uygun bir eş kılmıyordu. Çünkü Kur´an «kendi sulblerin-den çıkan» oğullarının hanımlarıyla evlenmeyi yasaklıyor­du. Ve biyolojik olarak kendinin olan bir çocukla, evlât edinilen bir çocuğu ayrı tutmama uzun zamandan beri de­vam eden bir gelenekti. Peygamber fs.a.v.} ´in durumu da evlenmeye müsait değildi. Çünkü İslam´ın müsaade ettiği sayıda -en fazla dört- eşi vardı.

Bu olaydan sonra bir kaç ay geçti. Peygamber (s.a.v.) hanımlarından biri ile konuşurken vahy geldi. Peygamber (s,a.v.) kendisine geldiğinde ilk sözü şunlar oldu: «Kim gidip Zeyneb´e müjde verecek ve Allah´ın onu gökte be­nimle evlendirdiğini haber verecek?» Uzun sûreden beri kendisini aileden sayan Safiye´nin hizmetçisi Selma ora­daydı. Bu sözleri duyunca hemen Zeyneb´in evine gitti. Zeyneb bu sevinçli haberi duyunca Allah´a hamd etti ve hemen Ka´be´ye doğru secdeye kapandı. Daha sonra bi­lekliklerini, bileziklerini ve gümüş kolyelerini toplayıp Sel-ma´ya verdi. Zeyneb (r.), artık genç değildi, hemen hemen kırk ya­şına gelmişti. Fakat yine de dikkat çekici güzelliğini ko­ruyordu. Bunun yanısıra O zahid bir kadındı. Uzun gece namazları kılar, nafile oruç tutar ve cömertçe fakirlere dağıtırdı. Dericilikten anladığı için ayakkabı ve çeşitli eşyalar yapar ve bunlardan kazandığa parayı sadaka olarak harcardı. Bu kez onun için bir düğün merasimine gerek yoktu. Çünkü inen vahiy nikâhın akdedildiğini belirtiyor­du; «Biz onu seninle evlendirmiş olduk.» (Azhab: 37). Ya­pılması gereken şey, sadece gelini damadın evine götür­mekti ve bu da geciktirilmeden yapıldı.

Âyetler, gelecekte artık evlâd edinilenlerin, kendi ba­balarının adıyla anılmaları gerektiğini de vurguluyordu. O günden itibaren, otuzbeş yıldan beri Zeyd İbn Muhammed diye anılan Zeyd, Zeyd îbn Harise diye anılmaya baş­landı. Fakat bu onun evlâd edinilmesi olayını yürürlük­ten kaldırmıyordu. Biri elli, diğeri altmışına yaklaşmış olan evlât edinen ve edinilen arasındaki samimiyet ve sevgi de bundan bir zarar görmüyordu. Bu sadece, aralarında kan bağı olmadığını hatırlatmadan ibaretti. Bu anlamda âyet­ler şöyle devam ediyordu:

«Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir, ancak O, Allah´ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur.» (Ah-zab: 40).

Diğer âyetler de, Peygamber (s.a.v.) ve onu Lakıp eden­ler arasındaki büyük ayırımı vurguluyordu. Onlar, Pey­gamber (s.a.v.) ´e birbirlerine hitap ettikleri gibi hitap ede­mezlerdi. Allah´ın ona dörtten fazla hanımla evlenme izni vermesi sadece ona mahsustu, toplumun geri kalanı bu izne dahil değildi. Bunun yamsıra onun eşlerine «mü´minlerin anneleri» adı verilmiş ve onlara öyle yüksek bir statü ve­rilmişti ki. Peygamber (s.a.v.)´den sonra onların başkala­rıyla evlenmesi yasaklanmıştı. Mü´minlerden biri onlara birşey sormak istediği zaman; bir perde arkasından sor­malıydı. Ayette şu da belirtiliyordu:

«Ey İman edenler, peygamberin evlerine yemek için izin ve­rilmeden ve vaktine de bakmakstztn girmeyin; ancak çağmltrsantz artık girin; yemeği yediğinizde de dağıhverin. Söz ve sohbet için de (evlerine) girmeyin. Gerçekte bu, Peygamber´e eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır; oysa Allah, hak(kt açtklamakjtan utanmaz» (Ahzab: 53).

Ashab, Peygamber (s.a.v.)´i çok sevdiği ve mümkün ol­duğu kadar uzun süre onun yanında kalmak istediği için, onlara bu tür engeller konulması gerekliydi. Onunla bir­likte olanlar, ondan ayrılmak istemezlerdi. Onlar kaldık­larında -ise kimse onları suçlamazdı. Çünkü Peygamber Cs.a.v.) biriyle konuştuğu zaman ona öyle dikkat eder ve ilgisini onda öyle yoğunlastırır ki, karşısındaki, diğerlerine verilmeyen bazı ayrıcalıklarının kendisine verildiğini zan­nedebilirdi. O, birinin elini tutsa, hiçbir zaman ilk bırakan o oimazdı. Fakat Peygamber fs.a.v.)´i korumakla birlikte vahiy, literatüre yeni bir unsur ilâve ediyordu. Bu şekilde arkadaşları ona besledikleri sevgiyi, onun yanında olma­dıkları zamanlarda da ifade edebileceklerdi.

«Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat etmek­tedirler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir tes­limiyette ona selâm verin.» (Ahzab: 56).

Bundan kısa bir süre sonra Peygamber şunu da haber verdi: *Bana bir melek geldi ve şöyle dedi: «Sana bir ke­re salat eden kimse yoktur ki Allah ona on kez salat et­mesin»[11].

--------------------------------------------------------------------------------

[1] IS V III, G6.

[2] W.M XLIX. 4

[3] I. I. 6644.

[4] I. I. 141-2.

[5] B. XIX.

[6] I. S, VIII. 26.

[7] BLXV. (Alraf Suresi)

[8] R I3CS?. (Saffat Suresi)

[9] M. XLIX, 2

[10] A, D. XIII, 3

[11] D. XX, 58.
Top